Gazze, Pakistan, Somali ve bu yıl da Suriye ve Arakan... Her Ramazan ayı bir başka acı imtihanla kapımızı çalıyor. Yapabilenlerimiz kısa bir zaman içinde bu bölgelere ulaşarak faaliyetlerini başlatan yardım teşkilatlarımıza karınca kararınca maddi destek sağlamaya çalışıyor. Sosyal medya üzerinden yaşanan acı hadiseleri paylaşarak duyurmaya, belli bir şuur zemini oluşturma gayretinde olanlar da var. Bir çoğumuz içinse bütün bu olan biten ekran karşısında kederlenmeyi, öfkelenmeyi, kahırlanmayı getiren bir acı seyirlik... Sadece bundan ibaret değil belki ama bundan çok fazlası da değil... Daha fazlası yapılabilir mi peki? Elbette yapılabilir. Bunun için en kestirme ve yararlı yol; yardım teşkilatlarımızın açtıkları kampanyalara imkan ölçüsünde ve hatta imkanları zorlayarak maddi katkıda bulunmak olacaktır. Yardım teşkilatlarımız bu nevi acı tecrübeler noktasında gerçekten engin bir deneyime sahipler. Kısa zaman içinde bütün bu acı coğrafyalarında organize olarak ihtiyaç sahibi insanlara yardım ellerini uzatabiliyorlar. Yardım için toplanan para, mal veya hizmet, eskisi gibi sağda solda telef edilmiyor; aksine en hızlı biçimde ve en doğru yolla ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor.
Bu çok yönlü gelişimin sağlanmasında elbette yardımsever insanlarımızın yoğun ilgi ve desteğinin büyük payı var. Ancak gelinebilecek son noktanın burası olduğunu da söyleyemeyiz. Özellikle sıkıntıların sıcak olarak yaşandığı dönemlerde bu hassasiyetin toplumumuzda çok daha yaygın bir şekilde yaşanması, yaygınlaşması mümkündür ve lazımdır.
Şu bir gerçek ki bizler, istisnai bir coğrafyada ve neredeyse hiçbir eksiğimiz olmadan yaşayıp gidiyoruz. Hiç sıkıntımız yok mu? Elbette var. Ama büyük ekseriyeti yoksullukla, açlıkla, susuzlukla, ölümcül hastalıklarla, savaşla, baskıyla ve zulümle yüz yüze yaşayan başka dünya milletleri ve toplumları kadar hayati değil bizim sıkıntılarımız. Afet ve felaket zamanları dışında hepimiz öyle ya da böyle hayatımızı sürdürecek imkanlara sahibiz. Zenginimiz de var, yoksulumuz da var. Belki çok ciddi sıkıntılar içinde yaşayan biçare insanlarımız da var. Ancak onların mahrumiyetleri yokluktan, kıtlıktan, imkansızlıktan değil, olanı aramızda adil paylaşamamamızdan. Yoksa asırlardır üstünde yaşadığımız bu topraklar kimseyi aç ve açıkta bırakmayacak kadar bereketli topraklar.
Bizlere lütfedilen nimetlerin farkında olmak, bu şuurla her an hamdetmek, şükretmek, durumundayız. Dilimizden dökülen hamd ve şükür kelimeleri hiç kuşku yok ki çok önemli ve değerli... Ancak yeterli değil. Elimizdekini ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak zorundayız. Zorundayız çünkü elimizdekilerin asıl sahibi değil emanetçisiyiz. İhtiyaç sahipleri nasıl yoklukla, yoksullukla, yoksunlukla imtihan ediliyorsa, bizler de bize lütfedilen bütün o nimetlerle imtihan ediyoruz. Her şeyin sahibi Allah... Madem emanetçiyiz, olmayandan esirgediğimiz her şeyi aslında gaspetmiş oluyoruz.
Paramızı aslında hiç de ihtiyacımız olmayan bir sürü şeyle çarçur ediyoruz. Mal mülk edinmek için köpüren ihtiraslarımıza bir türlü gem vuramıyoruz. Sofralarımızda bizi doyuracak olandan çok daha fazla tabak var. Her birimiz, farkında olalım ya da olmayalım, tam teşekküllü bir tüketim canavarına dönüştük. Biraz dursak, düşünsek, hiç değilse azdan biraz daha çok fedakarlık edebilsek ihtiraslarımızdan, hem birçok yara kapanacak dünyada, hem bizim hayatlarımız da çok daha bereketli olacak.
Şu sıcak Ramazan günlerinde, mahrumiyet içindeki insanların feryadı bile uyandıramıyorsa bizi, başka ne uyandıracak?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder