27 Aralık 2013 Cuma

Suriye'de yok bir şey! / Zehra


Suriye'de gerçekten yok bir şey!

İnsanlık, vicdan, merhamet, sevgi, şefkat yok mesela..

Anne, baba, arkadaş, ayakkabı da yok..

Gerçek şu: İnanıyoruz ki Rabbimiz var, melekleri de var ve bir yerde cenneti de var..

Elhamdulillah...

3 Aralık 2013 Salı

‘Yar yüzü’ne bakarken... / Leyla İpekçi

LEYLA İPEKÇİ

BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, eşinin katilleri yargılanırken mahkeme salonunda duruşmayı izledi.
Eşi öldürüldüğü gün çocuğunu dünyaya getirmişti uzun yıllar evvel. Şöyle dedi: “Buraya gelirken onların yüzlerine bakabilecek miyim diye düşündüm. Çok rahat bir şekilde bakıyorum onların yüzlerine. Ancak onların benim yüzüme bakamadıklarını görüyorum.”

Evet, görünende görünmeyen var. Hangi yüzle bakmaya, hangi yüzü görmeye talibiz? Nasıl bir bakışla?.. Gökyüzüne bakıyorum, Buldan'ın sözlerinin yaşantımızın canlı tanığı olduğunu, hayatımızın tam kalbine isabet ettiğini görüyorum. Hava yağmurlu. Damlalar yüzüme düşüyor. Gökyüzüne bakmanın insanın içindeki sonsuzluk sezgisine hitap ettiğini düşünürdüm. Bu kez ise sonsuzluğun da bir yüzü olduğunu düşündüm. Öyle bir yüz ki, ezelden ebede bütün yüzleri, daha doğrusu her varlığın yüzünü kendinde topluyor.

Gökte ve yerde ne varsa; her şeyin canlı olduğundan yola çıkarak, her şeyin bir ‘konuşma'sı olduğunu ve Yaratıcısı'nı andığını, zaten bu sebeple var olduğunu hissediyorsak, belki de diyorum, zerreden küreye her varlığın bir yüzü olduğunu tahayyül edebiliriz. Varlık canlı, varlık elçi; evet. Ve varlık bir mesaj taşıyor. Her şey O'nun yüzünü yansıtıyor. O'nun her varlıkta Kendini seyrettiğini görebilme egzersizi de yaptırıyor bu tahayyül insana.

Bir yanıyla apaçık yüz. Ama bir o kadar da perdeli. Çünkü her şeyde O'nun yüzünü görebilmek için, varlığa gelmiş tüm yüzlerin bir tür yoklukta olduğunu teslim etmemiz gerek. Yokluğun gözlerine bakmadan, varlığın yüzüne odaklanamıyoruz. Varoluş formatımız bir tür yoklukla tanımlanıyor. Zira hangi yüzümüze tam olarak gerçektir diyebiliriz ki? Şimdiki mi, on dakika sonraki mi, geçmişteki mi? Hangi yüzümüz ‘mutlak' gerçek? Dahası, buna hangi kriterlerle karar vereceğiz? Hal böyle göreceli ve değişken olduğuna göre, O'nun yüzü dışında tüm yüzlerin helak olmakta olduğunu görebilmemiz için, başka türlü bir bakışa ihtiyaç var.

Geçenlerde yine böyle pencereden göklere bakarken, yere çevirdim bakışlarımı. Yukarısı nasılsa, aşağısı da öyleydi, bunu görmeye çalıştım. Dışarısı nasılsa içim de öyleydi, bunu hissetmeye çalıştım. Sonra yeryüzü diyeceğimi yar yüzü dedim! Kahır ile lütuf; ikisinin de ‘yar yüzü'nde olduğunu görebildim bir an belki... İnsan yüzü, buradan hareketle ‘yar yüzü'nün en güzel tecelligahı değil midir... İnsan yüzü tüm celal ve cemal sıfatların bütünüyle toplandığı bir mahal olsa gerek. İsimler saf tutuyor bu yüzde. Kimi geçiyor, kimi dinleniyor, kimi ısrar ediyor, kimi geri dönüyor, kimi kaçıyor... Yüzümüzdeki hakikat, değişmeyen öz'den biricik bir cüz olarak kesintisiz varoluşla devran ediyor. ‘Varlığın birliği'ni yansıtma sorumluluğumuz yüzden yüze değişse de, bu evrensel yükümlülük ortadan kalkmıyor.

Şimdi ve her zaman birileri yeryüzünde kanıt getirin diye haykırıyor öte yandan. Delil getirin! Bunu duyduğumda, asıl kanıtın bunu haykıran kişinin yüzü olduğunu görüyorum. Sakladığı, açık ettiği, çekindiği, utandığı, cüret ettiği, çarpıttığı, belli ettiği, etmediği ne varsa... Orada. İnsan yüzü her tür dosyadan da, yazılı belgeden de, sözlü kanıttan da daha fazla şahit gerçeğe.

Nefret ederek hak aramak bizi adaletli davranmaktan uzağa düşürüyorsa... Hak arama hakkımızı nefretin yayılmasını engellemekten öteye koymaya başlamışsak... Her şeyi bu uğurda kırıp döküyorsak... Hakikat üzere ittifak etme gayretimiz nefsin sınırlı terimlerine hapsolmuşsa... Hakka giden yolu tıkayan ‘İsmail'lerimizi bir bir kurban etmemiz gerekiyor olabilir.

Nefret eden yüzlere bakamıyorum ne zamandır. Yüzümüz Hakkı temsil ettiğinin şuurunu yitirmiş sanki. Birbirinden nefret edenler, kalp katliamı yaptıklarını fark edemez haldeler. Nefret ettiğimiz sürece kalbimizdeki nur parıldamıyor. Yüzleri aydınlatamıyor. Olmayanı olmuş gibi, olanı olmamış gibi gösteriyor bu nefret. Baktığımız her şeye kendimizin ya da başkalarının zannı karışıyor. Kurguladığımız gerçeklere bel bağlamakla yetiniyoruz. Razı mıyız...

Nereye bakarsak bakalım ‘yar yüzü'ne baktığımızı ve yüzümüzde ‘yar yüzü'nün tecellilerinin yansıdığını hatırlayarak bakabilmek istiyorum. Yazmak bu gayrete götüren bir vesile sadece bana göre. Sözlerimiz ve eylemlerimiz put olup çıkıyorsa, kelimeler ne niyet olabiliyor, ne amel. Yazabileceğim hiçbir şeyin kalmadığını görüyorum şu an için... “Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun yüzünden (zatından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.” Benden buraya kadar. Hakkınızı helal edin.

http://www.zaman.com.tr/leyla-ipekci/yar-yuzune-bakarken_2176499.html

Not: Vedanin adabi bu olsa gerek. Kelimenin anlami, ifadenin acikligi, fikrin savundugu ancak bu kadar guzel izah edilebilirdi. Masallah. Yureginize saglik ve huzur..

26 Kasım 2013 Salı

Muhafazakar Kalvenizm! / Akif Emre

AKİF EMRE

İslam ekonomisi tartışmaları tarih olarak hiç de yeni değil. Modern dünyada geçerli ekonomik sistemler karşısında kısaca 'müslümanca bir hayat, iktisadi faaliyet nasıl yürütülebilir' sorusuna aranan cevapların toplamı denilebilir. Her ne kadar ekonomi kavramının içeriği ile İslam bir araya gelince sorunlu bir kavramlaştırma ortaya çıkıyor ise de muhteva arayışındaki kaygıları önemserim. Türkiye dışında farklı coğrafyalarda bu konuda belli bir literatür olmuştu ki nasıl olduysa birden bu arayışlar İslami bankacılık yahut faizsiz bankacılık denilen alana kaydı.

Özellikle 70'lerden sonra petrol gelirleri hayli kabaran Arap ülkelerinin servetlerini nasıl değerlendirecekleri, elde tuttukları sermayenin kullanımını meşrulaştırma sorusalından yola çıkan çalışmalar gündemi rehin aldı. Zaten az sayıda olan ve bir kısmı Batılı üniversitelerde gerçekleşen araştırmalar tümüyle bütüncül İslam iktisadı çalışmalarının yerine finans sorununa indirgendi. Çünkü parası olanlar bir şekilde bu paranın kullanımını meşrulaştıracak gerekçeler arıyordu.

Geçtiğimiz günlerde bir araştırma merkezi (PESA) 'Dindar/Muhafazakar işadamları perspektifinden İslam ekonomisi ve katılım bankaları' başlıklı ilginç bir rapor yayınladı. Muhafazakar olarak tanımlanan, başka bir deyişle Anadolu kaplanları olarak bilinen sermayenin, iş çevrelerinin İslam ekonomisine bakışlarını ortaya çıkarması bakımından, yeterli olmasa da fikir verici bir çalışma.

Çalışmada da ele alındığı gibi; bazı çevrelerde İslam sosyalizmi söyleminin, İslam'ın sosyalist ekonomiyle uyuşması özentisinin geçerli olduğu dönemleri hatırlatır biçimde, serbest piyasa ile İslam'ın iktisadi ilkelerini uzlaştırma çabalarına dikkat çelmek gerekiyor. Bu konuda erken dönemde zihinsel kırılma tehlikesini gören Sezai Karakoç'un küçük ama ilkeler düzeyinde ufuk açıcı kitabının (İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü) hala aşılamamış olması da ayrıca düşündürücü.

Söz konusu araştırmada dikkati çeken husus dört farklı muhafazakar işadamları derneği mensuplarının büyük çoğunluğunun 'İslam ekonomisinin varlığı'na inanıyor olması. Burada temel sorun İslam ekonomisinden neyin anlaşıldığıdır. Kabaca faizsiz işlem ve zekatla sınırlı bir İslam ekonomisi anlayışı ortaya çıkıyor.

Asıl soru İslam ekonomisi ile serbest piyasa ekonomisinin, yani kapitalist sistemin birbiriyle uyuştuğuna inananların oranının yüzde otuzları bulması. Burada dikkatten kaçmaması gereken bir başka husus, işletme kapasitesinin artma oranında İslam'ın piyasa ekonomisine uygun olduğu kanaatinin de artıyor oluşu.

Anadolu sermayesinin ekonomide payı arttıkça cari ekonomik sistemi sorgulama oranının gittikçe düşüyor olması, İslami değerleri önemseyenler açısından, hem teorik bir sorunu hem de pratikte aşmakta zorlanılan bir alanı işaret ediyor. Olay salt faizli-faizsiz kredi ile iş yapmaya indirgendiğinde uzlaşmayı meşrulaştırmak daha kolaylaşıyor. Katılım bankaları denilen sistemin, hiç sorgulanmadan, geleneksel banka sistemine alternatif görülmesiyle iktisadi hayat da gittikçe anlam kaybına uğruyor. Bunun pratik karşılığı, muhafazakar denilen iş adamlarının yarıdan fazlasının gerektiğinde faizli sistemde iş yapmakta bir beis görmemesi.

Faiz, kapitalizm açısından tıpkı emek, servetin biriktirilmesi gibi en kritik konulardan biridir. Faizle iş yapmak konusundaki hassasiyetin örselenmesi ile Anadolu kaplanlarının önünün açılması, piyasada artık varlık göstermeleri arasında neredeyse doğrudan ilişki var. En azından son dönemde yaşanan tecrübe açısından bu sonuca varabiliriz. Piyasa şartları gerekçe gösterilerek başlayan argümanlar sadece faizi sorgulamayı bir tarafa bıraktırmakla kalmıyor; artık bu tür kurumların her tür ilanları, sponsorlukları da sorgulanmaz hale geliyor.

Anadolu'nun muhafazakar iş adamlarına yakıştırılan 'Müslüman Kalvenizm' ya da muhafazakar Kalvenizm ifadesini benimseyen, içselleştiren, savunanlar olduğu gibi, çekinceleri olsa da fiilen bu süreci paylaşanlar da hayli fazla. Nitekim İslami değerlerin ekonomik hayatta yeniden üretilebileceğini söylerken sistem içinde 'rasyonel, faydacı' davranan iş adamlarının durumu yaşanmakta olan dönüşümün en belirleyici göstergelerinden biri.

Muhafazakarların iktidar deneyimleri bağlı oldukları geleneklerle çelişik gibi görünse de 'ekonomik muhafazakarlığın' kapitalizm içinde en dönüştürücü, meşrulaştırıcı bir ideoloji olduğunu dünyadaki deneyimler yeterince kanıtlıyor. Bu araştırmanın yeniden gündemimize getirdiği soru, statükoyu kırıp dönüştürürken muhafazakarların ne türden bir dönüşüm yaşadığıdır. Söz gelimi serbest piyasa kurallarının, yani kapitalist ekonominin, tüm kurumlarıyla bu faydacı anlayış sahipleri tarafından yerleştirildiği gerçeği sorgulanmadan sorunu siyasi kadro meselesine indirgemek esası kaçırmak demektir.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/muhafazakar-kalvenizm/42173

12 Kasım 2013 Salı

Diyanet İşleri Başkanı'nın MUHARREM AYI, AŞURE VE KERBELA MESAJI


Her yıl Muharrem’in 10’u, aşure geldiğinde kalbinde iman taşıyan her mümin kardeşimizi bir hüzün ve bir keder kaplar. Zira Hicrî 61. yılın 10 Muharremi, Sevgili Peygamberimizin (sas) “Benim dünyadaki çiçeğim, reyhanım” dediği, “cennet gençlerinin efendisi” olarak tavsif ettiği, Hz. Aliyyü’l-Murtaza’nın, Hz. Fatımatu’z-Zehra’nın ciğerparesi, Hz. İmam Hüseyin Efendimizin ve pek çoğu ehl-i beytten olan 70 kişinin Kerbelâ çölünde şehadete ulaştıkları tarihtir.

Yürekleri dilhûn eden bu acı, dünyanın neresinde olursa olsun, mezhebi, meşrebi, kültürü, coğrafyası ne olursa olsun, Resûl-i Ekrem’e, ashâbına ve ehl-i beyt-i Mustafa’ya muhabbet besleyen her müminin ortak acısıdır. Bizim mersiyelerimiz, muharremiyelerimiz, münacatlarımız, niyazlarımız, kasidelerimiz, ilahilerimiz, nefeslerimiz topyekûn edebiyatımız bunun ölmez şahitleridir.

Şurası iyi bilinmelidir ki, Kerbela hadisesinde Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının uğruna can verdikleri yol, Hz. Muhammed Mustafa’nın yoludur. Hz. Hüseyin zulme, zâlime, haksızlığa, ve adaletsizliğe karşı çıkmıştır. Kerbelâ’yı anlamak, Kerbelâ’yı yaşamak, hakka, hakikate, hürriyete ve adalete olmak demektir. Bu itibarla Hz. Hüseyin’in Resûlullah Efendimizin (sas) izinde, soy, sop, aşiret, asalet, makam kaygısı gütmeksizin giriştiği ve canını feda ettiği mücadelesi hepimize örneklik teşkil etmelidir. Hiç kuşkusuz Hz. Hüseyin, Kerbelâ’da şehadetiyle zalimlere üstün gelmiştir.

Kerbela konusunda bugün bizlere düşen Kerbelâ’yı doğru okumak ve doğru anlamaktır. Onu tarihte yaşanmış bir kıssaya, bir mitolojiye, bir efsaneye dönüştürmemek; bu hadiseden dersler ve ibretler çıkarmaktır.

Kerbela hadisesi, bize gücü elinde bulunduranların imandan, ahlâktan, faziletten ve insanlıktan uzaklaştıkları zaman güç uğruna, hiçbir değer tanımaksızın nasıl zalimleşebildiklerini, nasıl cinayet işleyebildiklerini göstermektedir.

Kerbelâ’yı doğru anlamak için bize düşen vazifelerden biri de Kerbelâ’dan bir ayrılık-gayrılık değil bir birlik-beraberlik çıkarmaktır. Bir sevgi, bir muhabbet devşirmektir. Kerbela’yı anlamak Hüseyince yaşamaktır. Yürekleri hiçbir zaman sahra-i Kerbela’ya dönüştürmemektir. Hz. Hüseyin’in en büyük gayesi, kendisinden sonra yeni Kerbelalar yaşanmaması idi. Kerbelâ’nın acısını yüreğinde hisseden hiçbir Müslüman, Kerbelâ şehitlerine bu zulmü reva gören Yezidler gibi düşünemez, Şemirler gibi davranamaz, Zülcevşanlar gibi yaşayamaz. Hele hele Kerbela’nın kerbu belasını bugüne asla taşıyamaz.

Ancak üzülerek şahit oluyoruz ki son yıllarda İslam coğrafyasında yaşanan olaylar mezhebi, meşrebi ne olursa olsun Müslümanların Kerbelâ’yı, Hz. Hüseyin ve arkadaşlarını hala doğru okumadığını, doğru anlamadığını ortaya koymaktadır. Onun içindir ki bugün etrafımızda nice Kerbelâlar yaşanıyor. Kardeş kanı akmaya devam ediyor. Müslümanların izzet ve onuru tarihte hiç olmadığı şekliyle bugün bizzat birbirleri eliyle yok ediliyor. Bugüne kadar suçu hep başkalarında aradık, hep başkalarının sinsi emellerine atıflar yaptık. Ama artık bir kere de kendimize bakıp nerede hata yaptığımızı sorgulamak durumundayız. İnsan yetiştirme düzeneklerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Ehli kıble tekfir edilmez düsturunu teoriden pratiğe aktarmalıyız. Ve bu gidişata bir dur demeliyiz. Bunun için bugün mezhebi, meşrebi, dili, kültürü, coğrafyası ne olursa olsun dünyadaki bütün Müslümanların yeni Kerbelalar yaşanmaması için ortak bir dil, ortak bir kültür, ortak bir düşünce, ortak bir gönül birlikteliği geliştirmesi gerekiyor.

Bu duygu ve düşüncelerle ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Efendimiz Muhammed Mustafa’ya, onun âline, ashabına salat ve selam ediyor; serdarımız Hz. Aliyyü’l-Murteza’nın şahsında bütün ehl-i beyt-i Mustafa’yı, Hz. Haticetü’l-Kübra’yı, Hz. Fatımatu’z-Zehra’yı, Hz. Hasan’ı, Hz. Zeyneb’i, hassaten şehadetinin 1334. yılında şehitlerin serdarı, ser-çeşmesi, seyyidü’ş-şüheda Hz. Hüseyin Efendimizi, Kerbela şehitlerini ve bugüne kadar hak, hakikat, hürriyet, adalet, ahlâk, erdem ve fazilet için, izzet ve şeref için can veren bütün şühedayı rahmet, minnet, şükran, saygı ve tazim yâd ediyorum.

Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ
Diyanet İşleri Başkanı

5 Kasım 2013 Salı

İnsanlar vardır.. / Şems-i Tebrizi


İnsanlar vardır;
Gelip geçerler hayatlarımızdan..
Kimi hiçbir iz bırakmaz ardından,
Kimi hafifçe okşar ruhumuzu,
Kimi de hüzün bırakır ardından..
İnsanlar vardır;
Usulca sokulurlar içimize,
Sonsuzcasına orada kalsın isteriz..
Bazıları serap gibidir,
Yokluğunda hayalleridir gerçeğimiz...
İnsanlar vardır;
Su gibi aziz, su gibi duru..
Konuştukça su olur akarlar kalbimize,
Kan gibi, Can gibi, Canan gibi...
İnsanlar vardır;
Işığı sönmüş yıldızlar gibi çaresizdirler.
Açtın mı kollarını,
Kalbine doldururlar ışığı..
İnsanlar vardır,
Soğuk duvarlar misali
Gülümsemenin sıcaklığını bilmezler,
Bilseler de sevmezler...
İnsanlar vardır,
Gelip geçerler hayatlarımızdan
Kimi depremlerle gider,
Kimi fırtınalarla…
Ben kalanlardan yanayım.
Gitmeyenlerin sadakatini ve sabrını severim,
Sarılıp bırakmayanların sıcaklığını...


Şems-i Tebrizi


4 Kasım 2013 Pazartesi

Bir gün herkes başını örtecek! / Fatma Barbarosoğlu

FATMA BARBAROSOĞLU

I-Cumhuriyet 90 yaşında, ben 50 yaşındayım, kamuda başörtüsü birkaç günlük.
...

II-
...
Biz ergen olmayı bilmedik. Coğrafyamızda genç olmak, evvelinden ölmek demekti. Ölümü kendimize hep yakın bildik. Mezara götürebileceklerimizin derdiyle biriktirdik. Efendimiz ilim Çin'de olsa arayınız buyuruyordu, ilim öğrenmek için üniversiteye gittik.

1983'ün birinci yarıyılının bitmesine az bir zaman kala başörtüsü yasaklandı. Bazı arkadaşlarımız başını açtı, bazıları okulu bıraktı. Biz iki arkadaş ne başımızı açtık ne okulu bıraktık. Saçımızın üstüne siyah bir tülbent onun üzerine sentetik bir peruk onun üzerine file onun üzerine şapka en üste başörtüsü.

Edebiyat Fakültesi'nin kapı görevlisi Hasan Amca'sı vardı. Başörtüsü yasaklanıncaya kadar 'amca' idi sonra başörtüsü avcısı oldu. Kapıda başörtümüzü çıkarır, başımızın üstündeki yüklerle yolumuza devam ederdik.

Bir gün bir polis durdurdu. Bacım böyle giyinmesen herkes sana gülüyor dedi. 20 yaşındaki bir genç kız için zor bir durum olmalı. Ne ki zorluğunu hiç hatırlamıyorum. O an kendimi çok güçlü hissetmiştim.

Allah'ımız var ne gamımız var, o günden bu yana dilimdeki zikirdir.

V-

Başlığa gelince... Saygın iletişimci herkes on beş dakikalığına ünlü olacak demişti.

Bir gün herkes bir şekilde birkaç dakikalığına ya da saatliğine başını örtecek.

Hatta daha şık olmak daha güzel görünmek için başını sürekli olarak örtenler de olacak. Başörtülü olmak için diyet ödemek gerekmiyor. Başörtülü olmanın bonusları var artık. Kıyafetinizi olanca modern tarzda seçip; yüzünüzü kalıcı makyajlarla renklendirip; su geçiren ojeler ile tırnaklarınızı bakımlı hale getirip; 11 punto ayakkabılarınız; altınızda son model bir araba ile dolaşırken taktığınız başörtüsü ile 'fark' yaratmanız daha kolay.

'Marka kardeşliği' tekinsizliğinizi bertaraf edecek iyi bir sığınak. Korkmadan her mekâna girebilirsiniz artık.

Yiyecek ekmek, barınacak yer bulamayan göçmenlere, bir defa giyip bir daha asla yüzüne bakmak istemediğiniz gece elbiseleriniz ile infak eder, kan görmeyi sevmediğiniz için kurbanınızı çek olarak kestirir ve evet Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır anlayışı ile cenneti evvelinden dünyada yaşamaya başlayabilirsiniz.

Yani arkadaşlar! Kendimi de işin içine katarak söylüyorum ki...

Bir zamanlar başörtüsü ile mezun olamamıştık. Lakin korkarım ki ibadet niyeti ile başımızı örtmekte olduğumuz gerçeğini unutarak, 'hicap'tan 'mezun' olmak üzereyiz...

24 Ekim 2013 Perşembe

En yakınken, çok uzak / Gökhan Özcan

GÖKHAN ÖZCAN

İşittiği hikmetli bir sözün ardından feryad edip oracıkta can veren genç-yaşlı hakikat yolcularına dair menkıbeler vardır evvel zaman kitaplarında. Biz şimdi öyle değiliz. Ne hakikatle, ne onu bize getiren hikmetle münasebetimiz öyle değil. Evvel zaman kitaplarını okuyoruz, hakikat yolcularından haberdarız, ceplerimizde istediğimiz kadar hikmetli söz biriktirme imkanına da sahibiz iyi kötü. Ama biz öyle değiliz yine de; bir anda soluğu kesiliverecek kadar hakikate âmâde değil sadırlarımız, kendi varlığından bir anda geçiverecek kadar aşka mübtelâ değil canlarımız.

İçinde hikmet eseri, tohumu, özü taşıyan nice sözler var ki, her gün defalarca çalıyor aslında kapımızı. İşitmiyor değiliz ama kapıyı açıyor da değiliz. Dokunuyoruz gövdelerine, elimize alıyoruz tek tek, birbirimize veriyoruz, oynuyoruz gün boyu onlarla. Gittikçe kalınlaşmakta olan ciltlerimizi yumuşatacak bir krem gibi sağımıza solumuza sürüyoruz hepsini. Paylaşıyoruz birbirimizle, haberdar ediyoruz birbirimizi, not alıyoruz bir yerlere sürekli. Sadece üstümüze alınmıyoruz, içimize katmıyoruz, açıp kabuğunun içinde ne var diye bakmıyoruz. Sözcüklere dokunuyoruz, anlamlarına hiç dokunmuyoruz. Onlar da dokunmuyorlar bize. Açmıyorlar kendilerini, sırlarını, derinliklerini, genişliklerini. Nasıl her şeyi aslından koparıp en pespaye haliyle oyuncaklaştırdıysak, sözleri de öyle küçülttük, azalttık, oyuncaklaştırdık. Hangi cebimize atsak elimizi hikmetli bir şeyler çıkar, hangi çekmeceyi açsak öyle... Hangi sese kulak kesilsek duyarız o sözlerden birini ikisini, ne zaman uzun uzun konuşacak olsak dökülür dilimizden teker yuvar... Velhasıl eksik değil içinde hikmet barından sözler, sözcükler, tekerlemeler hayatımızdan. Sesse mesele eğer, duyuyor çok şükür kulaklarımız da... Ama içimiz, yani canımız, yani kalbimiz, o duyuyor mu?

Hakikatle aramızda aşamadığımız perdeler var. Kulağımızda milyonlarca söz çınlayıp durduğu halde özümüzden hiçbir şey işitilmiyor. Bu sebeple ki tastamam bir insan olamıyoruz. Göğsümüzün sol üstünde taşıdığımız 'şey' bu sebeple tastamam bir kalp olamıyor. Dakikaları habire geriye sayan bir ömrümüz oluyor ama hiç tastamam bir hayatımız olamıyor. Bize hakikati fısıldayacak bütün o hikmetli sözler hep yanı başımızda, kapımızın önünde, avuçlarımızın içinde; biz rengarenk misketlermiş gibi vakti tüketen oyunlar oynuyoruz sadece onlarla.

Değerli olduklarını iyi kötü biliyoruz aslında. Boşuna mı biriktiriyoruz bunca sözü? Hikmet koleksiyoneri olup çıkmadık mı her birimiz? Nasibimiz ne peki bunca meşguliyetten? Mesela pul biriktirenlerin pullarla ilişkisinden farklı mı hikmet biriktirenlerin hikmetle ilişkisi? Onları birer etiket gibi oraya buraya yapıştırıyoruz sadece. Sözümüzü haklı çıkarmak için iktibas ediyor, hafızamızda hazır kıta bekletiyoruz. Oradan buradan altyazı ile geçiriyor, insanlığımızı tahkim etmek için ardımıza fon yapıyoruz. Altına müzik de döşüyoruz çoğu zaman. Birer aksesuar gibi imajımıza ekliyor, bize bakan gözlere hikmetli bir görüntü vermeye çalışıyoruz.

Dilimizle söylüyoruz, kulağımızla işitiyoruz, tepe tepe kullanıyoruz. Ama içimizde değişen bir şey yok. Kabuklarını açmıyoruz, özlerine dokunmuyor, kalbimizle dinlemiyoruz. Onlar da yanımızda dolanıp duruyor, kendilerini gösteriyor ama sırlarını bize açmıyorlar. Hakikatle aramızda kalın perdeler var. Yanı başında duruyor olsak, durmadan ondan bahsetsek, birbirimizi onlarla etkilemeyi başarıyor olsak bile ölesiye sağır sanki bizim kalplerimiz! Ya da biz, sağırlaşmışız sanki bütünüyle kalplerimize!

Varsa mecalimiz, değiştirmeye buradan başlamalıyız her şeyi.

Çünkü kalp ki, aslî vatanıdır hakikatin.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/GokhanOzcan/en-yakinken-cok-uzak/40213

22 Ekim 2013 Salı

Değişimle yozlaşma arasında muhafazakarlık / Akif Emre

AKİF EMRE

'Her şey zıddıyla kaimdir' derler. Zıddına benzeyen aslını yitirir...

Toplumun yozlaşmasından şikayet etmek yeni bir olgu değildir. Her nesil kendinden sonrakilerin ne kadar değiştiğinden şikayet eder. Toplumsal değişimle toplumsal yozlaşmanın arasındaki ince çizgiyi genelde pek fark edemeyiz.

Kimine göre toplumun değişmesi kaçınılmazdır; bu var olan dinamizmi gösterir. Değişimin doğasını anlamak, çözmek için sosyal bilimler tüm çabalarıyla yeni kuramlar geliştiriyor. Bu yönüyle toplumsalı kontrol altına almanın ideolojik aygıtları olarak da bakabiliriz sosyal bilimlere. En azında modern zamanların toplum mühendisliği için devletin ideolojik aygıtı oldu...

Toplumun değişmesini mutlaklaştıran, yücelten, her değerden önce 'değişimi' esas alan söylem kulağa hoş geliyor. Göreceliğe dayanan bir değer algısı bu yoruma götürüyor ister istemez.

Diğer tarafta gelenek ve alışkanlıklarla yozlaşmayı birbirine karıştıran tutucu tavır toplumda yaşanan dinamizmi anlamak yerine şikayet etmeyi yeğler. Bu tutucu tavır ahlaki olandan çok alışkanlıklarını öne çıkarır, alışkanlıklarının elden gitmesine hayıflanır.

Toplumsal değişimin olduğu kadar tutuculuğun sosyolojisi de vardır. Sosyal bilimciler her ikisini de toplumsal ve bireysel değişimin nesnesi olarak ele alır. Her iki tavır da toplumu, bireyi ilgilendiriyorsa siyasal sistem bu tavırları doğru okumak, doğasını çözmek, bunlara yönelik argüman geliştirmek isteyecektir. En azından sosyal bilimlerin doğuşunun, August Comte'dan beri, bir toplum mühendisliği, yeni bir insan tipi inşa etme projesi olduğunu söyleyebiliriz.

Zaman zaman içinde yaşadığımız toplumun, çevremizin, yakınlarımızın eğilimlerine; din, ahlak, değerlerle ilişkilerine bakarak endişe ettiğimiz olur. Bir tür tedirginliktir halidir. Bu anlamda değer sahibi olmak bir şeyleri muhafaza etmeyi gerektirir. Batı'daki 'conservatism' anlamında değil ama ilahi emaneti muhafaza etmek, şahitlik etmek misyonuyla çevredeki olup bitenlere karşı tedirginlik hissi, aynı zamanda da topluma karşı sorumluluk duygusuna işarettir.

Türkiye'de siyasal iktidar erkinin değişiminin, biyolojik ömrünü tamamlamış bir zihniyetin devre dışı kalmasının sosyo-ekonomik ilişkileri de etkilediği ve bu durumun ortaya çıkardığı siyasal mücadelenin sadece yönetim erki ile sınırlı olmayıp toplumsal gerilimi de tetiklediği hususunda hemfikiriz. Şüphesiz hiçbir iktidar, kendini ayrıcalıklı sayan toplumsal katman bu konumundan vazgeçmek istemeyecektir. Zaten kendiliğinden vazgeçen erdemli bir iktidar olsaydı bu ayrıcalıkları ötekileştirdiği sessiz çoğunlukla paylaşırdı.

Siyasetle beraber toplumsal ve ekonomik kaynakların, imkanların el değiştirmesine, daha doğrusu farklı kesimlerin de bundan pay isteyecek hale gelmesine dair ve hem iktidar-sermaye, hem devlet-halk ilişkisinin yeniden düzenlenmesine dair yapılan çözümlemelerden çıkarılacak sonuç; mesela liberal yahut sınıf temelli bakış açımıza göre değişecektir.

Ancak tüm siyasal bilimler ve toplum bilimleri açısından yapılacak çözümlemelerden nasıl sonuç çıkarılırsa çıkarılsın, 'değişimin ahlaki temelleri nedir?' sorusuna verilecek cevabı hepsinden daha çok önemserim.
Anadolu'nun ekonomik pastadan pay almaya başlamasının muhafazakar kesimde ne türden sonuçlar doğurduğunu görmek için sosyal araştırma yapmaya gerek yok. Gündelik hayatta insan davranışlarında, hayat tarzlarında gözlemlenen değişim bile sürecin nereye doğru evrildiğine dair yeterince fikir veriyor.

Bayram vesilesiyle daha farklı mekan ve kesimlerle karşılaşınca ister istemez yeni muhafazakar sınıfın zıddına benzemeye başladığına, daha önce eleştirdiği davranış normlarını aynen benimsediğine bir kez daha tanık oldum.

İnsanların kazanıp helalinden harcamaları ile lümpen, saygısız bir şekilde servetini gösteriş vesilesi yapması arasında fark var. En azından toplumsal planda sergilenen sonradan görme zenginlik alametlerinin değişimden çok yozlaşma işareti olduğunu söyleyebilirim.

Statüko dediğimiz yapının seçkinlerine özgü ayrıcalıklılar arasına karışanlar, -Batı'daki gibi toplumsal temeller, söz gelimi aristokrasi gibi yerleşik sınıfsal yapılar olmadığı için- kolayca sosyeteye, elitler zümresine dahil oluyor; önemli olan sahip olduğu serveti.

Henüz bu çapta bir muhafazakar zenginler sınıfı oluşmasa da gelir düzeyi bir şekilde artan, daha farklı semtlerde, sitelerde yaşamaya başlayan bir kesimin oluştuğu kesin.

İnançlarından dolayı taşıdıkları üstünlük duygusu ile güç ve iktidar sahibi olmanın getirdiği kibir görüntüsü toplumsal hayata hemen yansıyor. Üstelik daha önce karşı çıktıkları tüm davranış normlarını sergileyerek...

İşte bu toplumsal değişim değil bir ahlaki çürümedir. Servetin nasıl kazanıldığı kadar nasıl harcandığı da Müslüman için sorgulanması gereken ölçüdür. Gösteriş, başkalarını yok sayan kibir, büyüklük ve de her taraftan taşan görgüsüzlük... Bu göstergeler bile değişim denilen şeyin mutlaka iyi olmadığını, tutuculukla erdemin, ahlakın korunma kaygısının farklı olduğunu gösterir.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/degisimle-yozlasma-arasinda-muhafazakarlik/40173

19 Ekim 2013 Cumartesi

Da te nije Alija

Da Te Nije Alija

Tamo gdje je sunce, tamo gdje su zvijezde
tamo gdje je nebo bez oblaka
gdje se čiste duše gnijezde
gdje se oči odmicu od mraka

Na tu stranu ja okrečem glavu
u te dvore glas sve zove
sklapam oči, pružam ruke
pustim snove da zaplove

Sklapam oči, pružam ruke
pustim snove da zaplove

Ne bi sjala ovako jako
ova moja lijepa avlija
ja bi svjetlo zvao mrakom
da te nije Alija

Slutio sam riječi, slutio sam pjesme
mislio sam grijeh je, da se ne smije
mislio sam nema ko da sluša
ima kako nema, sluša moja duša

Mislio sam nema ko da sluša
ima kako nema, čuje moja duša

Ne bi sjala ovako jako
ova moja lijepa avlija
ja bi svjetlo zvao mrakom
da te nije Alija
***

Aliya Sen Olmasaydın

Güneşin doğduğu, yıldızların olduğu yerde
Gökyüzünde bulutların olmadığı yerde
Saf ruhların yuva kurduğu yerde
Karanlıktan aydınlığa çıkılan yerde
Başımı oraya çevirdim
Herkesi çağıran sesin geldiği kaleye
Gözlerimi kapattım, ellerimi uzattım
Rüyalarıma uçmaları için izin verdim
Gözlerimi kapattım, ellerimi uzattım
Rüyalarıma uçmaları için izin verdim
Bu kadar parlak parlayamazdı
Benim güzel avlum
Ben karanlığı aydınlık bilirdim
Aliya sen olmasaydın
Kelimelerden korktum, şarkılardan korktum
Unutulmuş bir günah olduğunu düşündüm
Dinleyen kimsenin olmadığını düşündüm
Bir tane var, tabiiki bir tane var, ruhun dinliyor
Bu kadar parlak parlayamazdı
Benim güzel avlum
Ben karanlığı aydınlık bilirdim
Aliya sen olmasaydın
***

If there weren't you, Alija

There where the sun is, there where the stars are,
there where the sky is without clouds
where pure souls nest
where eyes turn away from the darkness
nn this side I turn my head
in this palast voices are calling
I close my eyes and open my arms,
I let my dreams flow
I close my eyes and open my arms,
I let my dreams flow
she wouldn't shine so strong,
my beautiful Alija
I would call the light darkness,
if there wasn't you, Alija
I supposed words, I supposed songs
I thought it was a fault, that it wasn't allowed
I thought there wouldn't be nobody to listen,
how couldn't there nobody listen, if my soul is listen?
I thought there wouldn't be nobody to listen,
how couldn't there nobody listen, if my soul is hearing?
she wouldn't shine so strong,
this beautiful yard of mine
I would call the light darkness,
if there wasn't you, Alija
***

5 Ekim 2013 Cumartesi

'Uygarlık vermişsiniz geri alın' / Akif Emre

AKİF EMRE

'Deniz dalgaları döğerse nasıl
Ölü ve kaygısız kıyıları
Öylece kıyınıza vurduk gövdemizi
Sularını yara yara Akdenizin
........
Uygarlık vermişsiniz geri alın'

Fotoğraflar sarsıcıydı...

Akdeniz'in tuzlu sularının köpükleri bazılarının ayaklarına vuruyordu henüz. İlerdeki bedenler ise suyu çekilmiş kumsalda sırtüstü yatıyor. Denizin beyaz köpükleri arasında siyah derileri daha da belli oluyor. Çok aşikar biçimde Afrikalı bedenler...

Akdeniz'in sularını yara yara İtalyan kıyılarına vuran bu cesetler adeta bir uygarlığın faturası gibiydiler. Bedelini bedenleriyle ödedikleri bir uygarlığın faturası...

Küçük bir teknede 500 kadar Eritreli, Somalili, Ganalı umut yolcularıydı. Tunus'tan Akdeniz'in diğer kıyısındaki İtalyan adasına doğru yol alıyorlardı. Conigli adasına varmak üzereydiler ki, gecenin karanlığında çok yaklaştıkları Avrupa uygarlığına gelişlerini haber vermek için battaniyelerini ateşe verdiler. Bir anda olanlar oldu ve tekne alevler içinde battı. Hamile kadınlar ve çocuklar dahil olmak üzere yüzlercesi Akdeniz'in sularında kayboldu. Ertesi sabah adanın kumsallarına onlarca siyah derili ceset vurmuştu...

Onlarca siyah derilinin cesetlerinin vurduğu bu kumsallar beyaz Avrupalıların güneşlenmek, tenlerini esmerleştirmek için uzandıkları kumsallardı.

Ve bu esmer ve siyah derili bedenler İtalyanların bir zamanlar uygarlık götürmek için işgal ettiği Etiyopya'dan, yani Habeşistan'dan geliyordu... Beyaz uygarlığın aydınlığıyla siyah derili Afrikalıların karanlıklarını aydınlatmak için ne çok uğraşmıştı oysa İtalyanlar! Tıpkı daha geçen hafta Ömer Muhtar'ın idam tutanaklarını iade ettikleri Libya'yı Osmanlı'dan kurtarıp özgürleştirmeleri, uygarlıkla tanıştırmaları gibi!

Akdeniz'in sularını yara yara İtalyan kıyılarına vuran cesetler işte bu uygarlığın bedelini ödüyor. İtalyanların verdiği uygarlığı iade ediyor lisan-ı hal ile... Alın bize verdiğiniz uygarlığınızı! Kurduğunuz adaletsiz düzenin, haksız zenginliğin bedeli işte cansız bedenlerimiz...

Üstün Kuzey ırkının beyaz uygarlığı Güneyin siyahi çocuklarının gözlerini kamaştırıyor. Güneyli siyahi çocuğun bakışı Kuzeyli beyaz adamın üstünlük duygusunu pekiştiriyor, kendinde daha bir 'uygarlık götürme sorumluluğu' hissediyor.

Beyaz adamın Güneye, Afrika'ya, Asya'ya uygarlık götürmesi için o kamaşmış gözlerle bakışa ihtiyacı var. Biraz acımaklı, biraz aşağılayıcı, ama hep orada, Afrika'da, steril olmayan toprak damlar altında, tozlu yollarda, uygarlığın nimetlerinden bir nebze tatmak umuduyla bekler halde bulmalı daim... Belki de Güneyli siyahın hiç de bu uygarlık nimetlerine özendiği bile yok!

Ne var ki, ucundan gösterilip hep eksik bırakılan, daha iyisine tamah edilmek üzere arzuları kamçılayan uygarlık projesi hesapları bozuyor. Hep ellerinden tutulup yol gösterilmeyi bekler halde bıraktığı ve hep öyle görmek istediği ama orada, Afrika'da kalmasını istediği çocuklar yerinden hareket ettiğinde dağlardan, denizlerden, dikenli tellerden, mayın tarlalarından Kuzeye doğru yürüyüşe geçtiğinde işler değişiyor.

Akdeniz'in ortasında açlık ve susuzluktan ölenlere sağır kesilmek mümkün. Okyanusun dalgaları arasında kaybolan cesetler beyaz vicdanlara ulaşmamışsa, yüzlerce haber arasında bu olay kaybolmuşsa uygarlık rahat koltuklarında mütekebbirane edayla insanlığı aydınlatmaya devam edecektir!

Ne zaman ki cesetler kıyılara vurmaya başlayıp Avrupa'nın, Amerika'nın sınırlarını zorlamaya başladığında uygarlığın hiç de masum bir şey olmadığı gerçeği vicdanları titretmeye başlayacaktır.

Afrika'ya uygarlık götürme sorumluluğundaki Avrupalı artık bu uygarlığın faturası ile hesaplaşmak zorunda. Ertelenemez, görmezlikten gelinemez bir insanlık durumu her geçen gün kıyılarına vurmaya başladı.

Modern uygarlığı, tüketimi, refahı, göz kamaştıran hayatları suyu bile olmayan evlerin başköşelerindeki televizyon ekranlarından izleten, bunları izletirken pornografik bir haz alan Batı insanına günahını hatırlatıyor sahilde uzanan cesetler. Hiçbir sömürünün, adaletsiz paylaşımın, haksız kazancın, sermaye tekelleşmesinin, güç temerküzünün vicdanları kanatmadan sürdürülemeyeceğini anlatıyor kumsaldaki bedenler. Ölümler ve göçmenler can sıkıcı şimdilik...

Barbarlar Roma'yı Kuzeyden istila edip çökertmişti. Çağdaş Roma'nın barbarları Güneyden mi geliyor yoksa?

'Deniz dalgaları anladı bizi
Su anladı
Petrol anladı
Silah ve kurşun anladı
Kan anladı
Uygarlık vermişsiniz geri alın'

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/uygarlik-vermissiniz-geri-alin/39905

19 Eylül 2013 Perşembe

Canımızın neden hiç rahatı yok! / Gökhan Özcan

GÖKHAN ÖZCAN

Bütün cümleler bold karakterlerle kurulsun istiyor insanlar, normal karakterlere, hele italiklere kimsenin bakası yok. İddialı cümleler, haz veren ifadeler... Sadece yazana değil, okuyana da kendini iyi hissettiren, önemli hissettiren, az buçuk kahraman hissettiren ifadeler... Derin ya da entelektüel olmasa da öyle bir intiba bırakan, öyle gösteren kelime dizilimleri... Farkında olanı, temas edeni, aktaranı, altını çizeni, başkalarıyla paylaşanı tek hamlede derinlere ulaştıran, zirvelere çıkaran söz ürünleri...

Yani ne?

İşte bunlar, bütün bu afili cümleler, bu vurdu mu oturtan ifadeler, bu cesur haykırışlar, bu sivri itirazlar, bu duyarlı dokunuşlar... Bütün bu alengirli laflar, bu esaslı yardırmalar, bu çılgın çalımlar, bu ağır çıkarsamalar, bu bilgiç analizler, bu kıyak düşünceler, bu zeka gösterileri, bu sınırlı sorumsuz sloganlar, dünyanın çiğnenmiş bütün o sakızları...

Tamam ama, nasıl yani? Bunlar sadece sözlerimiz, konuşmalarımız, iddialarımız? Peki hayat? Hangi hayat bizim hayatımız? Hangi yaşamaklar doğruluyor bizi? Hangi pratikler gerçekliyor sattığımız teorik çalımları?

İşte bunlar, bütün bu dava replikleri, seminer tekerlemeleri, söz kabukları, anlam didiklemeleri, anlama kibirleri, anlatma acziyetleri, anlamaya aşina olamama vaziyetleri, öğrenmeme ısrarları, cahil cesaretleri, ukala cüretleri, ben yaptım oldu kolaycılıkları, sen ben bizim oğlan evrensellikleri, tıkanmalar ve tıkınmalar ve sonra ıkınmalar...

Bu muyuz biz? Bu mudur bütün biriktirdiğimiz? Bu mudur yere göğe sığdıramadığımız bütün cesametimiz?

Zamanın rüzgarları oraya buraya savuruyor, içten içe sinsice teğelliyor, oradan alıp şuraya dikiyor, bir güzel ütülüyor. Yani serbestçe değiştiriyor, dönüştürüyor, başkalaştırıyor, yabancılaştırıyor, bambaşka iklimlerin, yabancı mevsimlerin oyuncağı ediyor. Biz şişirdiğimiz bütün bu sakil cümlelerle durumu idare edebileceğimizi, postu kurtarabileceğimizi sanıyoruz, öyle mi? Büyük laflar ederek mi büyük insan olacağız, büyük insanlıklar sergileyeceğiz yani? Sormayacak mıyız hiç kendimize; 'Peki hayat? Nerede bu iddiaların donattığı hayat? Nerede bizi başkalarından daha hakikatli kılan o insanlık? Nerede bizi bu zamanın sinsice tuzaklarından, torna edici, ütüleyici hayat, zihin ve kalp alışkanlıklarından koruyan zamanlarüstü şuur?' diye... Çekmeyecek miyiz yani kendimizi bir kenara, yapışmayacak mıyız yakamıza, 'Nerede o esaslı insanlık, o kadim tasavvur?' diye...

Hiçbir iddianın aslı yoktur; ardında zamana dayanıklılığı test edilmiş bir yaşama kültürü, rotasını şaşırmayan bir ahlak, olgun bir davranış pratiği, zengin bir tasavvur, engin bir idrak, hakkaniyeti eğip bükmeden gözeten bir insan yoksa!

Sözden ibaret olamayacak, telaffuz edilmekle geçilip gidilemeyecek iddialar savruluyor dilimizden dünyaya. Yalanla yüzleşmeyi bıraktık; yalanın gerçekle karışık olanıyla, birazcık olanıyla ya da çok, pek çok, boydan boya olanıyla. Hayatı başkaları gibi yaşıyoruz çoğumuz, neredeyse hepimiz, başkaları gibi edilgen, başkaları gibi geri çekilmiş, mevzi kaybetmiş, eriyip gitmiş, vazgeçmiş sözünden, sözünün özünden... Hemen hemen her modern kadar modern, her tüketici kadar tüketici, her tüccar kadar tüccar, her dedikoducu kadar dedikoducu, her hesapçı kadar hesapçı, her kaçak kadar kaçak, her kendini seven kadar kendini seven, her kaybolmuş kadar kaybolmuş, her yalancı kadar yalan...

Bir iddialarımız var, bir de gündeliklerimiz... İlkini seslendiriyor, ikinciyi yaşıyoruz. İlki dilimizin insafını, ikincisi hayatımızın hakikatini acıtıyor.

Canımızın hiçbir yerde rahat edemeyişi bundan...

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/GokhanOzcan/canimizin-neden-hic-rahati-yok/39646

29 Ağustos 2013 Perşembe

Ölüm değil de silah mı önemli? / Hayrettin Karaman

HAYRETTİN KARAMAN

Aylardan beri 'Suriye'de Esed, halka karşı kimyasal silah kullanırsa uluslarası güç müdahale edecek' deyip durdular. ABD de en yetkili ağızlardan da bunu işittik.

Peki kimyasal bomba kullanılmaz da diğer silahlarla yüzbinden fazla çoğu masum insan katledilirse bu meşru mudur ki, kimse müdahale etmiyor ve bütün dünya katliamları seyrediyor; hayır, yalnızca seyretmiyorlar, bazı ülkeler Esed daha fazla öldürsün diye, bazıları da muhalefet kendini korusun ve Esed'i indirsin diye her türlü yardımı yapıyorlar. Ancak bu konuda da bir sakatlık var: Esed'e yardım edenler gerektiği kadar ediyorlar; muhalefete yardım edenler ise yetersiz, savaşı mümkün olduğunca uzatacak kadar yardımda bulunuyorlar.

Bu dengesizlik ve sakatlık dışında benim vicdanımı yaralayan iki husus daha var:
Rejimi islâmi olmasa da halkının çoğu müslüman olan bir ülkede halk, zulme baş kaldırmış ve 'yeter, artık söz milletin olsun' demiştir. Bu ülkede yıllardır bir aile, sırtını askere dayayarak ülkeyi keyfine göre yönetiyor, ülkeye ve halkına zarar veriyor. Buna rağmen iktidarını sürdürmek istiyor, amacına ulaşmak için de taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmıyor.

Peki halk ne istiyor (du)?
Reform yap, demokrasiyi getir, ortaya sandığı koy, serbest seçimler olsun, halk kimi yönetime getirirse o yönetsin, başarılı olamazsa bir sonraki seçimde başarma ihtimali bulunan başkaları iktidara gelsin...

Şimdi bu konuda lüzumlu lüzumsuz konuşan, yazan ve çizenlere soruyorum:

Bu iki talebin hangisi meşru? Esed'in talebi mi, halkın talebi mi?

Bu konuda tartışılacak bir taraf var mı?

'Talep halktan gelmiyor, dışarıdan geliyor, onların da maksadı şudur, budur...' diyorlar.

Diyelim ki bu iddia da doğrudur.

Suriye'de ve başka yerlerde müslüman halkın dediği olunca mı Suriye kazanır, Filistin kazanır, İslam ümmeti kazanır; Esed'in, H. Mübarek'in, Zeynelabidin b. Ali'nin.. dedikleri olunca mı? Yıllardır onlar yönetiyordu, ziyan ortada değil mi, 'kim ne kazandı' diye sorup araştırmak gerekmez mi? İş ciddiye binince İsrail niçin Esed'in gitmesini istemez oldu!

İkinci vicdan sızım gayr-i müslümlerin müdahalesi, ümmete çekidüzen vermeye, ümmet arasında 'adaleti' korumaya kalkışmaları!

Her Cuma hutbesinin sonunda okunan bir âyet var; son zamanlarda meali de veriliyor. Bu âyette Allah Teâlâ 'adaleti, iyiliği ve yakınlara mali yardımda bulunmayı' emrediyor, 'bireysel, sosyal ve siyasi sapmaları, kötülükleri, çirkinlikleri (fahşâ, münker, bağiy)' yasaklıyor.

Böyle bir âyete asırlar boyu muhatap olmuş bir ümmetin haline bak!

Adalet yerine haksızlık, iyilik yerine 'kendine iyi bak' felsefesi, yakınlara yardım yerine yakınları sömürme amacı hakim olmuş. Bireyler ahlaksız, cemiyet düzensiz, siyaset bozuk.

İşte bunun adına 'Allah'a isyan' denir ve bu isyanın cezası da bugün adına 'İslam dünyası' denilen 'adı var kendi yok' kitlenin çektikleridir.

Kabahat ne dinin, ne de İslam düşmanlarınındır; o ikisi kendine düşeni yapıyor, kabahat 'eksik müslümalığımıza' aittir.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/olum-degil-de-silah-mi-onemli/39298

27 Ağustos 2013 Salı

EMERGENCY PROTEST IN LONDON : No Attack On Syria

No Attack On Syria



Britain, France and the US are committing to another disastrous military intervention. Apart from the inevitable casualties, any attack on Syria can only inflame an already disastrous civil war and would risk pulling in regional powers further.

Most people in this country have learnt from the disasters of Iraq, Afghanistan and Libya. According to a Telegraph/YouGov poll on Sunday only 9% of the British public would support troops being sent to Syria, and only 16% support sending more arms to the region. Our politicians however have learnt nothing.

We need the maximum level of protests to stop them plunging us in to yet another catastrophic war.

Protest tomorrow 5pm, 

Wednesday 28 August, Downing Street, 

London

---

National Demonstration:

Saturday 31 August, 12 noon, Embankment, London


Please do not hesitate to contact the office on 020 7561 4830 or email [email protected]





24 Ağustos 2013 Cumartesi

Dünya 5'ten büyüktür / Gülay Göktürk



Gülay GÖKTÜRK

1945'te "Galiplerin örgütü" olarak doğan Birleşmiş Milletler'in "barışı koruma" misyonunda ortaya koyduğu başarısızlık yeni değil...

Neredeyse 70 yıldır çok az sayıda krize müdahale ederek başarılı olabilen BM'ye yönelik eleştiriler, özellikle Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası dengeler yüzünden arttıkça arttı. Filistin, Keşmir, Somali, Bosna, Ruanda gibi binlerce insanın katledildiği krizler karşısında başarısız kalan, İsrail konusundaki çifte standardıyla adaletsiz bir örgüt olduğu artık iyice teşhir olan BM'nin bu yapısıyla fazla gidemeyeceği çoktandır biliniyor. Globalleşen dünyanın kaderinin beş kodaman ülkenin iradesine verilmesi bütün dünya halkları için alçaltıcı ve kabul edilemez bir durum. Eğer globalleşme dediğimiz süreç barış içinde ilerleyecekse, bu sürecin ilelebet beşli bir çetenin sultası altında ilerleyemeyeceği; global demokrasiyi, ülkeler arası eşit ilişkileri, ortak kararı, konsensüsü, karşılıklı iknayı, daha adil bir dünya talebini gündeme getirmenin, bunlar için diretmenin zamanı geldiği de epeydir ortada...

Ne var ki, herhangi bir sorunun teşhis edilmesi, ortaya konulması ve tartışılması, o sorunun çözümüne girişmek için yetmiyor. "Harekete geçme zamanı"nın da gelmesi gerekiyor. Harekete geçebilmede en önemli faktörlerden biri bugünkü BM yapısının temelinde yatan güç dengesinin değişmesi ise, diğeri de güç dengesindeki değişimi zamanında gören güçlü, kararlı ve güven duyulan bir önderliğin ortaya çıkması...

Bugün bu iki koşul da oluşmuş görünüyor ve sanırım artık dünya Birleşmiş Milletler konusunda sızlanma aşamasından harekete geçme aşmasına gelmek üzere...

Değişen güçler dengesi

Bugün dünyadaki güçler dengesine baktığımızda, şimdiye kadar dünyaya patronluk taslayan güçlerde bir atalet ve gerileme; buna karşılık uluslararası düzende söz hakkı verilmeyen ülkelerde bir dinamizm ve büyüme görüyoruz. ABD, AB, Rusya gibi eski dünyanın efendisi olan ülke ve bölgelerin yıldızı yavaş yavaş kayarken, Asya'nın, Güney Amerika'nın Ortadoğu'nun Türkiye gibi, Hindistan gibi, Brezilya gibi ülkelerinin yıldızları giderek parlıyor. Yeni ekonomik havzalar; yeni bölgesel güçler oluşuyor. Eskinin güçlüleri yaşanan şu anda içine düştükleri ekonomik darboğazdan çıkmak ve gerilemeyi durdurmak için yükselmekte olan ekonomilerle işbirliği yapmaya, onlarla iyi geçinmeye mecbur. İşte ekonomide ortaya çıkan bu "eşit olmayan gelişme" tablosu, gerilemekte olan güçler tarafından dizayn edilmiş olan hukuk sisteminde ve kurumlarında köklü değişiklik ihtiyacını da beraberinde getiriyor.

İhtiyacı gören bir liderlik

İşte Erdoğan bazılarımızın dudaklarını uçuklatan meydan okumalarını bu değişimi gördüğü için; sadece görmekle kalmayıp aynı zamanda bu değişimin öncü güçlerinden biri olmak istediği için yapıyor.
Başbakan Erdoğan'ın uzun bir süredir konuştuğu her uluslararası platformda Birleşmiş Milletler'i eleştirmesi, özellikle de 5'li veto yetkisini topa tutması sebepsiz değildi. Bütün o konuşmalarıyla Erdoğan, artık kaçınılmaz hale gelen "daha adil bir dünya düzeni" mücadelesinin liderliğini yapmaya talip olduğunu da ortaya koymuş oluyordu.

Ve işte bugün, Güvenlik Konseyi'nin Suriye'deki kimyasal gaz katliamı hakkında bir soruşturma bile açamayıp "kaygılarını" dile getirmekle yetinmesiyle birlikte mücadelenin startını veriyor ve temel sloganını atıyor: "Dünya 5'ten büyüktür"

Sonra da devam ediyor: "Gerçekten dünya 5'ten büyük diyorsak, o zaman BM Güvenlik Konseyi'nden memnun olmayan ülkeler kendi Birleşmiş Milletleri'ni kurarlar."

Gerçekten mükemmel bir slogan...

Sloganın fikir babaları Turgay ve Yıldıray Oğur kardeşleri gönülden tebrik ediyorum. Başbakan Erdoğan'ı da bu slogana sahip çıktığı ve bu tarihi açıklamayı yaptığı için kutluyorum.

"Zamanı gelmiş bir fikirden daha kuvvetli bir şey yoktur" denir ya; sanırım önümüzdeki dönemde bu özdeyişin bir kez daha doğrulanışına tanık olacağız.

http://www.bugun.com.tr/-dunya-5ten-buyuktur--yazisi-768470

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Sevgisizlik / İbrahim Tenekeci



İBRAHİM TENEKECİ

Ahmet Muhip Dıranas, 'vatanın gerçeklerini görme ahlakı'ndan bahseder. Bunu bir adım ileriye taşırsak; görme ahlakı ve gösterme cesareti.

İktidarda hangi parti olursa olsun, bu ahlaktan vazgeçemeyiz.

Vatan ve millet gerçeklerimizden, daha doğrusu eksiklerimizden biri de, sevgisizliktir. Şarkı, 'sevgisiz yaşayamam' dese de, yaşanıyor, yaşıyoruz.

Geçmiş gün. Avcıları eleştiren bir yazı yazmayı düşünüyordum. Bu niyetle, onlara hitap eden televizyon kanalına birkaç kez baktım. Avcı, güzelim kuşu vurdu. Sonra köpeği onu getirdi. Öldürdüğü kuşu eline alan avcı, 'ne kadar güzel' diyerek onu sevmeye, renkli tüylerini okşamaya başladı. Bunu yaparken öyle keyif alıyordu ki, anlatamam. Ötesi bilgimi aşar, psikolojinin uzmanlık alanına girer.

Diyorum ki, birbirimizi ancak böyle sevi- yoruz. Sevgimiz, sevgisizliğimizden daha çok değil. Cemal Süreya'nın o meşhur sorusunu hep birlikte hatırlayalım: 'Anlamıyorum, yoksa burs mu veriyorlar birbirini sevme- yenlere?' (Uzat Saçlarını Frigya, Yön Yayınları, 1992, sayfa 6)

Söylemem gerekirse, sosyal medyaya girmeden evvel, sevgisizliğin bu denli ürkütücü boyutlara ulaştığını bilmiyordum. Artık bili- yorum.

Sevgisizliğin sonu nefrettir, düşmanlıktır, vicdan buhranıdır. İşte bu sevgisizliğimiz, bizi ciddi yanlışlara, haksızlıklara sürüklüyor. Farkında mıyız, herhalde değiliz.

Mısır'da yaşananlar, bunun acıklı bir örneğidir. Orada, dünyaya ve insana ait bütün kötü şeyler aynı anda oluyor.

Bilen bilir, eski İbrani metinlerinde, Mısır'ın adı Mısrâyim'dir. Gözümüzün önünde, maalesef, Mısır, Mısrâyim olmaya doğru gidiyor. Üstelik zorla götürüyorlar.

Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, açık bir şekilde, bu gidişata itiraz ediyor. Bazı kesimlerin hükümete yahut iktidar partisine olan sevgisizliği, şahitlik ediyoruz ki, Mısır'daki darbeyi desteklemeye kadar varıyor. 'Vicdan buhranı' ifadesini bunun için kullandım. Bu sevgisizliğin karşılıklı olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Üzücü ve sakıncalı olan, asıl bu.

Tamam, bu böyle. Peki, aynı evi paylaşanlar, aynı işyerinde çalışanlar, aynı davayı / derdi savunanlar, birbirlerini sahiden seviyorlar mı? Aklıma sadece bir kitap ismi geliyor: Cevab Veremedi.

***

Ahmet Muhip Dıranas'la başladık, yine onunla devam edelim: 9 Kasım 1961'de şöyle yazmış: 'Bir gün gelir, zaman ve fırsat elverir, kuvvet el değiştirir. Bu hep böyle gider ve dün bağıran bugün suskun, bugün susan ise yarın bağıran olur.' (Yazılar, Adam Yayınları, 1994, sayfa 451.)

Özetle, 'şahsiyetli olalım' diyor. Biraz açarsak; sözümüzü, tavrımızı, duruşumuzu, şartlar ve menfaatler değil, ahlakımız ve vicdanımız belirlesin. Sadece sevdiklerimizin değil, bize serin gelen insanların ve kurumların da doğrularını görelim, gösterelim.

Herkesin bildiğini tekrar edersek: Dünyada, kalıcı olan tek şey ölümdür. Onun dışındakiler, yani insanlar, hayaller, aşklar, düşmanlıklar, ülkeler, kurumlar; doğar ve ölür, başlar ve biter, yıkılır ve yeniden kurulur yahut kurulmaz.

Burada bir parantez açalım: Önemli bir karar arifesinde, mutlaka bir mezarlığa gider, orada saatlerce vakit geçiririm. Birbirimizi yıpratmadan evvel, sessiz çoğunluğa, yani mezarlıklara kulak vermemiz gerekiyor. Bakalım ne diyorlar?

Sevgi deyip de saygıyı anmamak olur mu? Olmaz. Yusuf Ziya Ortaç'ın yeni karşılaştığım bir sözü var, şöyle: 'Biz gençken eskileri inkâr ederdik, gençler de şimdi bizi inkâr ediyorlar.' (Sanat-Edebiyat, 15 Mart 1954.) Evet, saygı.

Ortaç'ın bu itirafı, bizlere, ölçünün ne kadar mühim olduğunu gösteriyor. Bu kadim nasihati yazmıştık, yine yazalım: 'Sevmen aşırı, sevmemen yıpratıcı olmasın.' Aşırı sevmek, sevdiğimiz insanın yanlışlarını ve gerçekten de ne halde olduğunu görmemizi engeller. Uçurumdan düşüyordur, uçuyor sanırız. En doğrusu, takip mesafesini koruyarak sevmektir. Husumet ise bütün güzelliklerin, iyiliklerin, inceliklerin, hatta başarıların bile üstünü örter.

Geçenlerde, bir eleştiri kitabı okudum. Şiir Çünkü Şiir (Broy Yayınları, 1988) adını taşıyor. Eleştirmen, on dört şairi, şiir örnekleriyle beraber inceliyor. Bu şairlerden birini sevmediği öyle belli oluyor ki, bunu saklayamıyor. Söz konusu yazıyı yirmi beş sene sonra oku- yanlar bile, sevgisizliği rahatlıkla görebiliyor, anlayabiliyor. Olabilir, herkesi sevmek zorunda değiliz. Adına 'saygı' ve 'emeğe hürmet' dediğimiz kıymetler, tam da burada lazım oluyor. İnşallah anlatabilmişimdir.

Bitirelim. Çok sevdiğim ve sahibini bilmediğim bir söz var: 'Ağaçlar canlı kaldıkça meyve verir, insanlar ise meyve verdikçe canlı kalır.' Doğrudur. Öte yandan, sevgi yoksa, meyve de yoktur. Vardır da, acıdır, yenmez.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Ibrahim_Tenekeci/sevgisizlik/39164

2 Ağustos 2013 Cuma

Fatiha Suresi


***

1 Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah'ın adıyla. 
2 Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. 
3 O, rahmândır ve rahîmdir.
4 Ceza gününün mâlikidir.
5 (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.
6 Bizi doğru yola ilet.
7 Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!

 ***

1 In the name of God, the most gracious, The dispenser of grace
2 ALL PRAISE is due to God alone, the Sustainer of all the worlds,
3 the Most Gracious, the Dispenser of Grace,
4 Lord pf the Day of Judgment!
5 Thee alone do we worship; and unto Thee alone do we turn for aid.
6 Guide us the straight way
7 the way of those upon whom Thou hast bestowed Thy blessings, not of those who have been condemned (by Thee), nor of those who go astray!


***

Amin..
Ve Ruhumuza El Fatiha..


29 Temmuz 2013 Pazartesi

Hani 'bir daha asla' idi! / Yasin Aktay

YASİN AKTAY

Antisemitizme karşı sürekli olarak ve abartılı derecede işlenen, beslenen ve uluslararası bir değer haline getirilen duyarlılığın en önemli gerekçesi olarak şu düşünceye yer verilir: 'Bir daha asla' hiç bir kavmin başına böyle bir şey gelmesin. Dünya, bu kadar insanlık dışı bir cürme, topluca paylaşılan ve düşülen bir insanlık suçuna bir daha sapmasın ve tabii ki zayıf milletler böyle bir cürmün kurbanı olmasın.

Avrupa'nın her yanına kurulan soykırım müzeleri, çok değil sadece 65-70 yıl kadar önce insanın insana yapabileceği en büyük kötülükleri, sadece Almanları değil, o dönemde bu suça sessiz kalmış bütün insanlığı borçlu çıkaracak bir dersi işlemek üzere tasarlanır. O müzelere giren hiç kimse, kendi doğumundan önce gerçekleşmiş bu vahşetten dolayı kendisini de suçlu hissetmekten neredeyse kendisini alamaz. Bu suçluluk duygusunu bu sistematik ideolojik mekanizmalarla vermenin tek gerekçesi de 'bir daha böyle bir şey olmasın' diye anlatılır.

Yani ne kimse bir daha soykırım, katliam veya insanlık suçu işlemeyi göze alabilsin, ne de bu suçlar işlenirse kimse sessiz kalamasın diye. Çünkü Soykırım söylemlerinin ürettiği utancın bu yolla işlenmesi zaten böyle şeylerin bir daha olmaması için yeterince güvence oluşturacaktı.

Oysa II. Dünya savaşından sonra yaşadığımız onca olayda bu söylemin hiç bir işe yaramadığı görüldü. Öncelikle Nazi Almanya'sının Yahudilere uygulamış olduğu soykırımdan dolayı bütün insanlığı borçlu çıkarmaya çalışan birileri bu borcun nasıl olduysa sadece savaşın bitiminden üç yıl sonra kurulan İsrail devletine ödenmesini uygun gördü. Aynı soykırımın kurbanı olan Çingenelere bu maddi ve manevi tazminattan hiç bir pay düşmedi. Daha sonra Cezayir, Vietnam, Kamboçya, Bosna ve Ruanda'da milyonlarca insanın kısa süreler içinde sistematik biçimde katledilmesine karşı o soykırım müzelerinin telkin ettiği ideoloji hiç bir fayda vermedi.

Dahası soykırımın manevi tazminatına konan İsrail'in Filistin'i işgali, çoğunu katledip bir çoğunu tehcir etmesi ve kalan Filistin'in tamamını bir toplama kampına dönüştürmesine karşı o 'bir daha asla' söyleminin hiç bir faydası olmadı. Bütün bu vahşet sahneleri o demokratik ABD ve Avrupa'nın gözü önünde cereyan etti. Merhum Alia İzzetbegoviç muhtemelen Avrupa değerlerinin bu aşırı propagandasıyla başına gelenlerin aşırı çelişkisini ifade etmek üzere 'Avrupa'da, bu zamanda, Srebrenitsa!' diyerek şaşkınlığını ifade etmişti.

'Bir daha asla' demelerine hiç bir şekilde güvenilemeyeceğini, Bosna'da yeterince gördük, bugünlerde çok daha iyi görüyoruz. Belki bir daha kendi başlarına aynı şeyin gelmemesi için, ama başka kimseye hiç bir yararı olmayan bir tedbir bu. Suriye'de ölü sayısının yüzbini bulduğu ve bu gidişle çok daha büyük sayılara varacağı bir vahşet sürecinden geçiyoruz. Avrupa ve Amerika için ölenlerin ne sayısı ve ne de nasıl öldüklerinin hiç bir önemi yok.

Aynı şeyi bugün Mısır'da da görüyoruz. Tarihinin kaydettiği en büyük demokratikleşme hamlelerini gerçekleştirmekte olan Türkiye'de bir ağaç için yapılan gösterilerde kullanılan biber gazından yaşaran gözler için Beyaz Saraydan tam 17 defa açıklama yapıldı, Avrupa Parlamentosu ise alelacele toplanıp Türkiye aleyhine oybirliğiyle karar aldı. Doğrusu demokratik değerler adına, polis şiddetine karşı dinamik görünen duyarlılık adına, insan hakları ve çevre duyarlılığı adına gurur duyulacak bir tablo. Bu duyarlılık varsa, başımıza bir şey gelmez, dünyanın hiç bir yerinde hiç kimsenin hayatı değersiz değildir demek. Hiç kimseye yapılan zulme artık seyirci kalmayacak bir dünyada yaşıyoruz demek. Ne kadar güzel, değil mi?

İyi de Suriye ve Mısır bu dünyanın bir parçası değil mi? Darbeye darbe diyemediniz de katliama katliam demenizi engelleyen şey ne? Suç ortaklığından başka ne olabilir?

Yaşadığımız dünyanın değerlerinin birileri için bir sermaye oluşturduğunun resmidir bu. O değerler ne kadar politik kazanç üretiyorsa o kadar dikkate değer oluyor.

Bu kadar çelişkili bir dünyanın allanıp pullanması, öyleyken böyle gösterilmesinde ciddi bir göz boyaması, illüzyon gerektiği açık. Darbeyi halkın taleplerine cevap, katliamı, hırçın ve gözünü iktidar hırsı bürümüş göstericilerin intiharı gibi gösterecek bir illüzyon.

Ne yazık ki, günümüzün medya dünyası bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Sözümona sanatçılar da göz boyayıcı medyanın ürettiği, parlattığı ve lüzumu halinde bu görev için işe koştuğu elemanlardan başkası değil.

Times dergisinde Başbakan Erdoğan'ı diktatör olarak sunan, yüzlerce aracı ve işyerini yakıp yıkan, ulusalcı-faşist eylemleri demokratik ifade hakkı kapsamında gö(ste)ren, olabilecek en rutin demokratik mitingin mükemmel bir örneği olarak Kazlıçeşmeyi de Hitler'in mitinglerine benzeten bir zihin gerçekten çok yaratıcı. Burada gerçekten sanat ve sanatçının günümüz siyasetindeki anlamı üzerine ibretlik bir manzara ile karşı karşıyayız. Sanatçının işi çirkin iktidar entrikalarında bu yüzeysellikte işlere koşulmaya indirgenmiş durumda. Dünyada halihazırda yaşanmakta olan onca gerçekliğe karşı bu kadar kör, sağır, duyarsız kalabilmek, buna mukabil Türkiye'yi bu şekilde okuyabilmek için sanatçı yaratıcılığına sahip olmak gerekiyor. Bu yaratıcılığın sanatı mümkün kılan bir meleke olması bir gerçekse de, insanlığa rehber oluşturacak bir yetkiye konuşlandırılması aslında kim ne derse desin o sanatçıların da bir tercihi değildir. Niyeyse sanatın da üstyapısal işlevi dolayısıyla Marksist bir analize itibar edesim var. Orada görülmesi gereken şey sanatçının hangi sermaye veya güç çevrelerinin hizmetinde olduğudur.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Dönüp bakınca / İbrahim Tenekeci

İBRAHİM TENEKECİ

İlk yazımızdan bu yana, kardeşlik ahlakına vurgu yapıyoruz. Kardeşlik, arkadaşlık, dostluk. Kayıtlara geçsin diye de, özel isimlerden yola çıkıp yazılar yazıyoruz. Demem o ki, sevdiğimizi sadece söylemeyelim, oturup yazalım. O yazılar, bizlere şahitlik etsin. Sonradan, yanlışa düşmemizi engellesin.

Evet, kardeşliğe inanmak ve bu inancın gereklerini yerini getirmek gerekiyor. Kardeşliğin şartlarını namaz, oruç gibi düşünelim: Vefa, fedakârlık, sevgi, saygı… Çünkü kardeşlik, arkadaşlık, dünyanın kadim tatlarından biridir. İlk üçe rahat girer.

Elbette, işin tatsız tarafları da vardır. 'Dünyada neden vefa umarsanız, ondan cefa görürsünüz' deniliyor. 'Allah hiç kimseyi dostlarıyla imtihan etmesin' diye dua edişimiz bu yüzdendir. Bir de büyükleriyle.
Öte yandan, bencillik, arkadaşlığın en büyük düşmanıdır. Sadece kendisini düşünen kimse, temas ettiği, ilişki kurduğu herkeste üzücü izler bırakır. Karşısındakini insan değil de, imkân olarak görür. Bundan dolayı, hep şunu söylüyorum: Bizi yoran, işler değil, ilişkilerdir.

'İnsanlarla iyi geçinemeyen, imanın tadını alamaz.' Kıymetli bir büyüğümüz böyle demiş. Bu sözün derinliğini ve mesuliyetini kavramadan çıkacağımız her yol / yolculuk, bizi başka yerlere götürür. Kabullenmek gerekirse, gelinen yahut gelinmek üzere olunan yer, işte burasıdır.

***

Murat Menteş, geçtiğimiz cuma günü, arkadaşlık üzerine dokunaklı bir yazı kaleme aldı. Okuduk ve üzüldük. Galiba, hep birlikte yalnızlık çekiyoruz. Müşterek dert.

Sevgili arkadaşım, yazısında, 'arkadaşlık öldü mü' diye soruyor. Ölmemiş olabilir, fakat kan kaybediyor, can çekişiyor.

Menteş'le 1993 yılında tanışmışız. 'Sevdiğim geçiyor gençlik çağları' türküsünün aklımıza bile gelmediği zamanlar.

O yıllarda, edebiyatın gücü, farklı şehirlerden ve mizaçlardan birçok insanı bir araya getirmeye yetiyordu. Yapılan iyilikler, alacak hanesine yazılmıyor, asla karşınıza çıkmıyordu. 'Son bıçaklar' dostlarımıza henüz dağıtılmamıştı.

Sonra büyü bozuldu, iklim değişti. Neredeyse bütün muhitler yıkıldı, ortamlar dağıldı. Önceden buluşulurdu, şimdi ziyarete gidiliyor. Güvenliğe kimlik kartınızı bıraktığınız andan itibaren, hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, olamıyor.

Artık beraberlikler yok, çıkar toplaşmaları var. Birbirimizin dilinden 'emin' değiliz. Bana kalırsa, yaşananların özeti, İlhami Atmaca'nın işte bu dizesidir: 'O çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler.'

Bu sırada, bir şey daha oldu: Kardeşlik ahlakının, hukukunun gereklerini yerine getirmeye çalışanlara ve birbirlerine düşkün / tutkun olmaya gayret edenlere, 'çete' demeye başladık. Garip ama gerçek.

Bugün, insanlar, en çok da birbirlerini üzmek konusunda cömert davranıyorlar. Onaylamadığımız yahut anlam veremediğimiz bir duruma itiraz etmek yerine, hemen hakarete başvuruyoruz. Yazık.

Söylemeden geçmeyelim: Birçok konuda ayrı düşünmemize rağmen, Murat Menteş'le kardeşliğimiz devam ediyor. Bir dostluğu yirmi yıl sürdürmek, her şeyden evvel, karşılıklı maharet ve nezaket gerektiriyor. Sadece iyi gün dostu olsaydık, herhalde bugünlere gelemezdik.

***

Kıymetli olmanın ölçülerinden biri de zora gelmek yahut gelmemektir. Münasebetlerimiz için de geçerlidir bu. Yazmıştık, tekrar yazalım: Zorluk, arkadaşlığın, kardeşliğin, dostluğun en önemli imtihanıdır. Gönül ister ki, bu dersten herkes geçsin, kalan olmasın. Lakin oluyor. İlginçtir, hayat şartları kolaylaştıkça, bazı insanî hususiyetleri göstermek zorlaşıyor.

Yine, zamanla yollar ayrılıyor, öncelikler ve fikirler değişebiliyor. Gördüğümüz şu: 'İşin içinde menfaat varsa, zamana da gerek kalmıyor.' Hem de hemen.

Önceliklerin ve fikirlerin değişmesine diyecek bir sözüm yok. Belki bir soru: Neden?

Peki, nedenler çoğalırken, birçok hassasiyetimiz birer ikişer yıkılırken, ne yapacağız, kimlere gideceğiz?

Pertev Naili Borotav'ın masal ve hikâyelerimizi derlediği Az Gittik Uz Gittik isimli güzel bir kitabı var. (Adam Yayınları, 1992.) Aklıma, nedense, kitapta yer alan şu hikâye geldi:

Karatepeli bir çoban, yolda bir hallaç yayı bulmuş. Bunu arkadaşlarına göstermiş. Hepsi evirmişler, çevirmişler, hallaç yayını bir şeye benzetememişler. O sırada, akıldaneleri de tarladan dönüyormuş, ona da sormuşlar. Adam, hiç düşünmeden, 'bunu bilmeyecek ne var' demiş. 'Devenin kaburga kemiği.' (Sayfa 262)

Son yıllarda gördük ki, bazı şeyleri bildiğini söyleyenler, maalesef, böyle biliyorlar.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Ruanda'dan sonraki en büyük trajedi


DIŞ HABERLER YENİŞAFAK | 17 TEMMUZ 2013

Dünyanın gözleri önünde Suriye'de devam eden savaşta 100 bin kişi hayatını kaybetti. BM'ye göre, ayda 5 bin kişinin öldürüldüğü, her gün 6 bin kişinin kaçmak zorunda kaldığı Suriye'deki durum, Ruanda'da yaşanan soykırımdan bu yana 'en büyük insani kriz' oldu.


Suriye'de üçüncü yılında devam eden iç savaş 100 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine yol açarken, dünyanın gözü önünde yaşanan insani trajedi ise 'dayanılmaz' boyutlara ulaştı. Ayda en az 5 bin kişinin hayatını kaybettiği savaş, son 20 yılın en büyük insanlık dramına sahne oluyor. Diplomatik çözüm arayışları ile geçen üç yılda uluslararası kamuoyu Suriye'deki savaşı görmezden gelirken, ülke içindeki çatışmalar Ramazan ayında da şiddetlenerek devam ediyor. Birleşmiş Milletler'in (BM) açıkladığı son Suriye raporu ise 1994'te Ruanda'da yaşanan ve etkisi günümüze kadar süren soykırımı akıllara getiren verilerle dolu.

RAMAZAN'DA KAN DURMADI

Söz konusu rapora göre her gün 6 bin Suriyeli ağır bombardımandan kaçarak evini terk etmek zoruna kalıyor. Ruanda soykırımını Suriye'de Mart 2011'de bu yana 100 bin kişi hayatını kaybetti, 1 milyon 800 bin Suriyeli de komşu ülkelere sığındı. Ramazan ayının gelmesiyle birlikte yapılan ateşkes çağrıları sonuçsuz kalırken, BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, her geçen gün büyüyen Suriye'deki trajedinin 'katılanılmaz boyutlara' ulaşacağını vurguladı. Türkiye'nin BM Daimi Temsilci Yardımcısı Levent Eler de Suriye krizi için '21. yüzyılın en büyük insanlık trajedisi' dedi.

DÜNYA SURİYE'Yİ UNUTTU

Öte yandan Suriye'deki savaşın bitirilmesine yönelik diplomatik girişimler yine sonuçsuz kaldı. Rusya ve ABD'nin girişimleriyle Temmuz ayında Cenevre'de yapılması planlanan uluslarası toplantının ne zaman gerçekleşeceği bilinmiyor. Özellikle Mısır'daki askeri darbe sonrası dünya kamuoyunun ilgisi Kahire'deki gelişmelere yoğunlaşırken, Suriye'deki savaş gündemin alt sıralarına itilmiş durumda.

100 günde soykırım

Ruanda'da 1994'te 100 gün içinde 800 bin Tutsi ve ılımlı Hutu, aşırı uç Hutular tarafından öldürüldü. Katliam, Tutsi destekli isyancıların Hutu ağırlıklı hükümeti düşürmesi ile son buldu. Ardından güçlenen Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Kongo'ya sığındı. Fransa, Hutu hükümetinin en yakın dostu ve destekçisi olması sebebiyle Ruanda soykırımından en fazla sorumlu tutulan ülkedir.

9 Temmuz 2013 Salı

Bursa Camiileri'ndeki Mubârek Ramazân-ı Şerîf'in Yeri


Bursa’da yirmi iki camide Enderun usulü teravih namazı kılınacak

Bursa Müftüsü Prof. Dr. Mehmet Emin Ay,Ramazan ayının paylaşım ayı olduğunu söyledi. Müftü Ay, şehir genelindeki 22 camide Osmanlı döneminde saraylarda kılınan Enderun usülü teravih namazı kılınacağını açıkladı.Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, “Osmanlı döneminde kılınan ve 70-80 yıl önce de İstanbul’daki büyük camilerde kılınan Enderun usulü teravih namazı bu sene Ramazan ayında 22 camide kılınacak. Enderun usulü teravih namazı için 16 müezzin ve 3 imam hatibimiz görevlendirildi. Her dört rekat teravih namazı farklı bir makamla kıldırılacak. Bursalı vatandaşlarımızı Ramazan ayı boyunca 22 farklı camiye bekliyoruz. Ayrıca şehir genelindeki 10 camimizde de hatimle namaz kılınacak. İtikaf (Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir camide kapanıp ibadet etmek) uygulamasını da 35 camimizde uygulayacağız. Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir camide kapanıp ibadet etmeye, itikâf denir ve bu Peygamber Efendimizin (sas) sünnetidir. Bu, 35 camimizde biz gerekli çalışmaları tamamladık. Faaliyetlerimizi de şehir genelindeki bilboardlardan halkımıza duyuracağız.” dedi.

Enderun Usulü Teravih Programı Uygulanan Camiler
1 Ramazan 09.07.2013 Salı
2 Ramazan 10.07.2013 Çarşamba ULU CAMİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN Sadık Uçan
3 Ramazan 11.07.2013 Perşembe KONSER MERİNOS Adem Saygılı
4 Ramazan 12.07.2013 Cuma EMİRSULTAN CAMİİ AYHAN POLAT Hamdi Cansever
5 Ramazan 13.07.2013 Cumartesi MİHRAPLI CAMİİ ORHAN DEMRARSLAN
6 Ramazan 14.07.2013 Pazar YEŞİL CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN
7 Ramazan 15.07.2013 Pazartesi İNEGÖL KONUKOĞLU ULU CAMİ AYHAN POLAT
8 Ramazan 16.07.2013 Salı Çift Ezan
9 Ramazan 17.07.2013 Çarşamba EDEBALİ CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN
10 Ramazan 18.07.2013 Perşembe KESTEL MERKEZ CAMİİ AYHAN POLAT Oğuzhan Kılıç Eyüp İlhan
11 Ramazan 19.07.2013 Cuma İBRAHİM ALTAN CAMİİ ORHAN DEMİRARSLAN Yaşar Irmak Bilal Aydın
12 Ramazan 20.07.2013 Cumartesi M.K.PAŞA FEVZİDEDE CAMİİ ABDULLAH YİĞİT Adem Saygılı
13 Ramazan 21.07.2013 Pazar Abdullah Yiğiit
14 Ramazan 22.07.2013 Pazartesi GÜRSU ORTA CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN İsmail As
15 Ramazan 23.07.2013 Salı FATİH SULTAN MEHMET AYHAN POLAT
15 Ramazan 24.07.2013 Çarşamba GEMLİK ÇARŞI CAMİİ ORHAN DEMİRARSLAN Kaside
16 Ramazan 25.07.2013 Perşembe BAĞLARBAŞI CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN Abdullah Yiğit
18 Ramazan 26.07.2013 Cuma ORHANGAZİ GAZİ ORHAN BEY C. AYHAN POLAT Bilal Aydın
19 Ramazan 27.07.2013 Cumartesi AKŞEMSEDDİN CAMİİ ORHAN DEMİRARSLAN İsmail As
20 Ramazan 28.07.2013 Pazar YILDIRIM CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN Hamdi Cansever
21 Ramazan 29.07.2013 Pazartesi MURAD HÜDAVENDİGAR AYHAN POLAT Oğuzhan Kılıç
22 Ramazan 30.07.2013 Salı MUDANYA DURAN CAMİİ ORHAN DEMİRARSLAN Yaşar Irmak
23 Ramazan 31.07.2013 Çarşamba ZÜMRÜTEVLER CAMİİ ŞEMSEDDİN ÇOBAN
24 Ramazan 01.08.2013 Perşembe YEDİSELVİLER CAMİİ ORHAN DEMİRARSLAN
25 Ramazan 02.08.2013 Cuma İMAM-I AZAM CAMİİ AYHAN POLAT
26 Ramazan 03.08.2013 Cumartesi KADİR GECESİ
27 Ramazan 04.08.2013 Pazar ULU CAMİİ AYHAN POLAT
28 Ramazan 05.08.2013 Pazartesi KONSER MERİNOS
29 Ramazan 06.08.2013 Salı
30 Ramazan 07.08.2013 Çarşamba


Engellilerin İbadete İştirak Edebilecekleri Camiler
  •  BURSA OSMANGAZİ HACIVELİ CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ HAMZABEY CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ ORHAN CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ ULU CAMİİ 
  •  BURSA OSMANGAZİ HACIBAYRAM CAMİİ

Hatimle Teravih Namazı Kılınacak Camiler
  •  BURSA NİLÜFER NİLÜFER TİCARET MERKEZİ CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ ORHAN CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ DEMİRTAŞ ORG.SAN.CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ NAKKAŞ ALİ MESCİDİ
  •  BURSA YILDIRIM HACERULESVED ÇINARÖNÜ MAHL SELAMİ DURUKAN İMAM-HATİP
  •  BURSA YILDIRIM HACERULESVED ÇINARÖNÜ MAHL İSMAİL ÖZKAN İMAM-HATİP
  •  BURSA YILDIRIM İ.HATİP TATBUKAT ŞÜKRANİYE MAHL RECEP DURMUŞ MÜEZZİNKAYYIM
  •  BURSA YILDIRIM İ.HATİP TATBUKAT ŞÜKRANİYE MAHL RECEP KEDERSİZ MÜEZZİNKAYYIM

İtikafa İzin Verilecek Camiler
  •  BURSA NİLÜFER HÜSNÜ DOĞAN İMAM HATİP
  •  BURSA NİLÜFER HASAN YERSİZ İMAM HATİP
  •  BURSA OSMANGAZİ İSMAİL HAKKI TEKKE CAMİİ
  •  BURSA OSMANGAZİ HÜDAVENDİGAR CAMİİ (1.MURAT)
  •  BURSA OSMANGAZİ KANBERLER CAMİİ 
  •  BURSA YILDIRIM FİKRİ BAYHAN İMAM-HATİP
  •  BURSA YILDIRIM DAVUTKADI YENİ CAMİİ

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Dağıttıkça Çoğalır Bizim Zenginliğimiz.. Bereket..







IHH takes food packs to every corner of the world

During the holy month of Ramadan, IHH Humanitarian Relief Foundation will take food relief to places where there is severe poverty. Our foundation which will reach out to 81 countries and regions across the world in Ramadan will deliver food packages to the people in need in these countries.


4 Temmuz 2013 Perşembe

Kusur aramak… / İbrahim Tenekeci



İBRAHİM TENEKECİ

Kusur aramak, insanî bir özellik değildir, olamaz. Ayrıca, kusur, görene ayıptır. Boşuna dememişler: 'Kusur arıyorsan, tüm aynalar senin!'

Kusur arayan göz, güzellikleri, incelikleri, hayırlı işleri görmez; görse de göstermek istemez.

Açık aramak, bulmak, belgelemek ve duyurmak; insanın gönül gözünü perdeler, ilham sütünü keser. Tam olarak şöyle: 'Zekâsını başkalarının yanlışlarını bulmaya yoğunlaştıran bir kişi, bir müddet sonra kendi doğrularını da kaybeder.' (İhsan Fazlıoğlu)

Yanlışlar elbette söylenecektir, söylenmelidir. Fakat bunu 'iş' haline getirmemek, yıkıcı ve mahcup edici bir biçimde yapmamak icap eder. İnsanî ve İslamî olan budur.

Bakmamız gereken yer bellidir, sabittir. Ne yazık ki, o büyük ve kadim pencereden bakmak yerine, kendi küçük pencerelerimizi tercih ediyoruz. Böylece, herkesin bir 'bana göre'si oluyor.

'Bana göre'ler arttıkça, ortaya, birlik değil, çokluk çıkıyor. 'Birlikten dirlik doğar' sözünü biliyoruz. Diğerini de.

Bu karmaşa içinde, tam manasıyla kardeşlik de yeşermiyor. Oysa, kardeşlik, bir müessesedir. Bakım ister, disiplin ister, fedakârlık ister. Bu müessesenin yedi gün - yirmi dört saat açık olması lazım gelir. Sadece sıkıştığınız zaman 'gün, kardeşlik günüdür' derseniz, olmaz. Bunun adına 'kardeşlik' diyemeyiz, samimiyetten bahsedemeyiz.

***

Peygamber Efendimiz insandır. Bizim de insan olmamız gerekir.

Allah'ın verdiği en büyük nimet, insanlara hizmet etmektir. Sıralama bellidir: Ümmet, millet, zürriyet. Öte yandan, hizmetin ilk şartı yahut adımı, nefsimizi ıslah etmektir, etmeye çalışmaktır. Bu işler, 'ben, ben, ben' diyerek olmaz. Olur mu?

Benlik, birçok olumsuz özelliği de beraberinde getirir. Sözgelimi, müminler birbirine düşman olamaz, ancak menfaatler birbirine düşman olur. Düşmanlık, ölüm gibi, dünyadaki bütün lezzetleri yıkar.

Düşmanlık, insana bir şey vermez, insandan çok şey alır. Kazandırmaz, kaybettirir. Düşmanlık yoluna giren bir kimse, diyelim ki bir şair, hızla irtifa kaybeder ve bunun örnekleri çoktur.

Milletin değerlerine, kültürüne, aziz hatıralarına düşmanlık eden partilerin ve şahısların durumu da böyledir.

Bir de uyarı: Hakarete hakaretle, öfkeye öfkeyle, yalana yalanla karşılık verirseniz, size bunları yapandan pek bir farkınız kalmaz. Kalır mı?

Denilir ki, neye nasıl bakarsanız, o da size öyle bakar. Bu da her daim aklımızda bulunsun.

***

Menfaat giysisini giyen, başka hiçbir kıyafeti beğenmez. Din, devlet, vatan, millet… Toprağa bile yatırım gözüyle bakar. Artık o, taşınmaz maldır.

Evet, böyle: 'Açgözlülük, çirkin bir vadidir, sonu yoktur; kanaat ise tükenmez bir hazinedir, faydaları çoktur.' (Asâfnâme, sayfa 38)

Bu yüzden olsa gerek, 'bu işte iyi para var' diyenlerden de, 'hangi devirde yaşıyorsun' sorusunu soranlardan da uzak durmaya çalışıyorum. Son zamanlarda, bu soruyu soran kardeşlerimizin sayısında ciddi bir artış olduğunu da söylemek zorundayım. Bütün bunlar, üzülmek için gerekli malzemelerdir.

Tam da burada, dünya malıyla ilgili, nereden okuduğumu hatırlayamadığım bir sözü dillendiriyorum: 'Benimdir deme, yanımdadır de.'

Toparlayalım. On binlerce yıldır dünyadayız. Artık yorulduk. Bu yorgunluk, her vesileyle kendisini gösteriyor: Dikkatsizlik, hazımsızlık, düşmanlık, saygısızlık, duymamak, dinlememek, görmemek, ciddiye almamak, emeğe hürmet etmemek vs. Uzun sözün kısası; kusurluyuz, belki de bu yüzden hep başkalarında kusur arıyoruz.


3 Temmuz 2013 Çarşamba

Bir iktisat tarihinden daha fazlası `Güç ve Refah` `Power and Plenty`




SEYFULLAH ASLAN

Dünya ticaretinin en önemli dönemine ışık tutan 'Güç ve Refah', Arap dünyasında yaşanan siyasî değişimler kadar, Orta Asya, Güney Asya ve Batı'da yaşanan değişimleri de aynı anda odak noktasına koymak suretiyle resmin tamamını görmüş bir kitap olarak başucu eseri sıfatını hak etmektedir.

İktisat tarihi çalışmaları her ne kadar teknik bir hususiyet olarak görünse de toplumların ve devletlerin varlıklarını ortaya koyması bakımından birer insanlık tarihi yahut sosyal tarih olarak da görülebilir.

Ronald Findley ve Kevin H. O'Rourke ortak imzasını taşıyan ve Küre Yayınları tarafından yayınlanan 'Güç ve Refah', ticaret, savaş ve dünya ekonomisini ele alırken toplumların bu üç unsur dışında ve bunlarla beraber ortak kültürel tarihini yazıyor. Ancak belirtmek gerekir ki ticaretin devlet ve toplumların birçok unsurunu aynı anda etkilediği bir durumda ticareti tek başına ele almak olanaksız gözükmektedir.

Oldukça kapsamlı içeriğiyle dikkat çeken 735 sayfalık kitapta on bölüm bulunuyor. Birinci bölümde 'Coğrafi ve Tarihî Arka Plan' başlığıyla dünya ticaretine doğru evrilme sürecinde, 8. asırdan itibaren dünyadaki siyasî sahne ve aralarındaki ilişkiler ele alınırken; ikinci bölümde 'Birinci Binyıl Dönemecinde Dünya Ekonomisi' başlığı altında İslam, Çin, Hint, Doğu ve Batı Avrupa medeniyet havzaları incelenerek ticaretin oluşturmaya başladığı dünya ekonomisinin etkileri üzerine duruluyor.

KÜRESELLEŞMEYE GİDEN YOL

Üçüncü bölümden itibaren kitabın aynı zamanda üst başlığı olan 'İkinci Binyılda Ticaret, Savaş ve Dünya Ekonomisi' bahsine giriş yapılıyor. Üçüncü ve dördüncü bölüm ikinci binyılda artık dünya ticaretinin oluştuğunu, belli başlı limanların, ticaret şehirlerinin öne çıktığını ve emtiaların belli güzergâhlar üzerinden nakledilmesiyle beraber tüm dünyanın kabul ettiği ticaret yollarının oluştuğunu görüyoruz. Aynı zamanda 1500'lerden sonra dünya ticaretini kontrol eden Osmanlı, İspanya, Portekiz ve Hollanda gibi devletlerin ticarî girişimleri bu bölümlerde ele alınıyor.

'Merkantilizm Çağı' beşinci bölümde ele alınırken, altıncı bölümde 'Ticaret ve Sanayi Devrimi' bağlığı altında Sanayi Devrimi'ne ticaretin katkıları ve ticaretin Sanayi Devrimi sayesinde gelişmesi ele alınıyor. Yedinci bölümden onuncu bölüme kadar ise emperyalizm çağının başlamasından küreselleşmeye giden yol inceleniyor.

Güç ve Refah, ele aldığı konu ve dönem dolayısıyla oldukça farklı devirlerdeki değişimleri, olayları görmeye çalışan ve bunda oldukça başarılı olan bir kitap olarak ilgililerine değerli bilgiler veriyor, yeni bakış açıları kazandırıyor.

İkinci binyıl öncesinde Avrupa, Bizans ve İslam dünyasında aynı anda geçerliliği olan, tarım ürünleri ve mamullerin gelişen şehirlerin kazançları arasında önemli bir yer tutması hem söz konusu şehirleri birer transit noktası haline getirerek ticaret rotalarının olgunlaşmasını temin etmiş, hem de şehirlerde önemli bir tüccar sınıfının oluşmasına katkı sağlamıştı. Örneğin Kahire, Basra, Bağdat, İstanbul gibi önemli ticaret şehirlerinden batıya, batıdan gelen mallar da hem bu bölgeye hem de Çin'e taşınıyordu. Avrupa'dan İslam dünyasına köle, kılıç, kürk, gümüş gelirken; İslam dünyasından batıya doğru biber, baharat, tekstil, ipek taşınmaktaydı. Ayrıca Sahraaltı Afrika'dan İslam dünyasına ve Güney Asya'ya altın, köle, fildişi, pirinç, kereste, demir gibi mamul ya da tarım ürünleri ticareti yapılmaktaydı.

Dünya siyasî tarihine dair geliştirilen tezler bir noktada ticarî ilişkileri de tanımlamaktadır. Belçikalı tarihçi Henri Pirenne'in 'Muhammed olmasaydı Şarlman olmazdı' cümlesiyle özetlenebilecek görüşü üzerine yıllardır devam eden tartışmaların değerlendirildiği kitapta Pirenne'in tezine karşı çıkanların görüşlerine şöyle yer verilmiş: 'Pirenne'in tezinin dayandığı temel, hepsinde de Batı'nın Bizans'a bağımlı olduğu papirüs, lüks, kumaş, doğu baharatı ve altın sikke olmak üzere, Batı Avrupa'daki 'dört yokluk'tu. Pirenne, elbette sadece bu maddelerin yok olduğunu değil, zamanlamasının Arap fetihleriyle bağdaştığını ispatlamak zorundaydı.'

DÜNYA TİCARETİ BU KİTAPTA

Arapların her şeyden önce neden batıyla ticareti sınırlamak isteyecekleri ve bunu istedikleri takdirde sınırlama güçlerinin olup olmadığı sorularını ortaya atan Daniel Dennett, Arapların Orta Asya'daki pagan göçerlerden, Hindistan'daki Hindu ve Budistlere, hatta Hıristiyan rakipleri Bizans dahil 'her türden kâfir' ile ticaret yaptıklarını ifade ederek Pirenne tezine karşı çıkmaktaydı. Ancak Pirenne tezine destek verenlerin argümanlarında bir doğruluk payı var gibi görünmektedir. Zira İslam fetihleri süresince Akdeniz ticareti kesintiye uğramış ve azalmıştı. Bu açıdan Pirenne'in tezi İslam fetihlerini küreselleşme karşıtı olarak konumlamaktadır. Ancak İslam'ın yükseldiği dönemde talebin azalıp azalmadığına dair yapılacak araştırmalar, arz edilen ürünlerin fiyatları ve miktarı hakkında daha sağlıklı bilgi edinmemizi sağlayacaktır. Öte yandan fetihler döneminde Batı ve İslam dünyası arasında ticarî ilişkilerin bir şekilde devam ettiği, tamamen kesilmediği söylenebilir.

Dünya ticaretinin en önemli dönemine ışık tutan 'Güç ve Refah', Arap dünyasında yaşanan siyasî değişimler kadar, Orta Asya, Güney Asya ve Batı'da yaşanan değişimleri de aynı anda odak noktasına koymak suretiyle resmin tamamını görmüş bir kitap olarak başucu eseri sıfatını hak etmektedir. İngiltere'de Sanayi Devrimi'nin kıvılcımları çıktığında dünyada nerelerin etkilendiğini, etkilenmiş olabileceğini tartışan ve aynı zamanda fikir üreten bir kitap olarak okurunu metnin dışına doğru da taşırmaktadır.

Küre Yayınları'nın titiz baskısı ve Ahmet Ataseven'in ustalıklı tercümesiyle iktisat tarihçileri başta olmak üzere, tarihçiler, sosyologlar ve diğer ilgili okurun dikkatine sunulan bu eser sosyal bilimciler için bir hazine niteliğinde.

Kitabın künyesi:

Güç ve Refah, İkinci Binyılda Ticaret, Savaş ve Dünya Ekonomisi, Ronald Findley, Kevin H. O'Rourke, çev: Ahmet Ataseven, Küre Yayınları,

İstanbul 2013

http://yenisafak.com.tr/kitap-haber/bir-iktisat-tarihinden-daha-fazlasi-3.7.2013%200-531248





Power and Plenty: Trade, War, and the World Economy in the Second Millennium (Princeton Economic History of the Western World)  
Ronald Findlay and Kevin O'Rourke

Synopsis


International trade has shaped the modern world, yet until now no single book has been available for both economists and general readers that traces the history of the international economy from its earliest beginnings to the present day. Power and Plenty fills this gap, providing the first full account of world trade and development over the course of the last millennium.

Ronald Findlay and Kevin O'Rourke examine the successive waves of globalization and "deglobalization" that have occurred during the past thousand years, looking closely at the technological and political causes behind these long-term trends.

They show how the expansion and contraction of the world economy has been directly tied to the two-way interplay of trade and geopolitics, and how war and peace have been critical determinants of international trade over the very long run. The story they tell is sweeping in scope, one that links the emergence of the Western economies with economic and political developments throughout Eurasia centuries ago.

Findlay and O'Rourke demonstrate the close interrelationships of trade and warfare, the mutual interdependence of the world's different regions, and the crucial role these factors have played in explaining modern economic growth.

"Power and Plenty" is a must-read for anyone seeking to understand the origins of today's international economy, the forces that continue to shape it, and the economic and political challenges confronting policymakers in the twenty-first century.