31 Mart 2013 Pazar
Modern tarihin en büyük hırsızlığı / İbrahim Karagül
İBRAHİM KARAGÜL
Ekonomik kriz, batık şirketlerden sonra batık ülkeler üzerinden müthiş bir para savaşına dönüştü.
İzlanda'nın batışı, Rusya'nın bu ülkeye beş milyar dolar kredi açması, Avrupa ülkelerinden krize sürüklenen ülkelere Rus ve Çinli kredi akışı, krizin güç savaşına dönüştüğüne dair dikkat çekici örnekler oluşturmuştu.
Ama bugünlerde Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden hem krizi, hem güçler savaşı hem de arsız bir para savaşı izliyoruz. Almanya ve Avrupa ile Rusya arasındaki para kavgasında Rum Kesimi'ne kurban rolü oynamaktan başka da seçenek düşmüyor gibi.
Rumların batışı, krizden nasıl çıkabilecekleri, Avrupa Birliği'nin bu ülkeyi kurtarıp kurtaramayacağı ya da Yunanistan ve Rum Kesimi'nde Almanya ve AB'ye karşı ne tür tepkiler oluşacağı ayrı bir konu.
Rumlar üzerindeki para kavgası bize ne gösteriyor ona bakalım. Kriz ülkeleri, off-shore bankalar ve piyasalarda dolaşan paranın peşine düşmüş olmalı ki, bu piyasalardan biri olan Rum Yönetimi'ndeki Rus parasına, Rumları krizden kurtarma gerekçesiyle el koymanın şartlarını hazırlamaya giriştiler. Almanya'nın kurtarma paketi bu yüzden on milyarlarca dolar Rus parasına endekslendi.
Tabi Moskova ayağa kalktı. Rusya'dan, Almanya ve Avrupa Birliği'ne sert tepkiler yükseldi. Onlara göre bu hırsızlıktı. Kıbrıs'taki örnek, Rusya'nın ülke dışındaki paraları için nasıl bir tehlikenin doğduğuna dair iyi bir örnek oluşturdu. Rusya'nın sınırötesi zenginlikleri tehlikedeydi, Rum Kesimi'nden sonra başka ülkelerde de aynı şeyler olabilirdi.
22 Mart'ta, Rusya Dışişleri Bakanlığı'nın dünyadaki bütün elçiliklerine 'acil' koduyla bir talimat gönderdiği, Avrupa ve Amerika bankalarındaki Rus paralarının güvence altına alınmasını ya da başka piyasalara aktarılmasını istediği iddia edildi.
Talimatta, AB ve ABD'nin Rus yaralarına yönelik modern tarihin en büyük 'hırsızlık operasyonu'na hazırlandığı ifade ediliyordu. Bu çağrının Başbakan Dimitri Medvedev talimatıyla yapıldığı söyleniyor.
Şimdi iki konuyu daha aktaracağım ve bu iki konuyu, yukarıdaki gelişmelerle birlikte değerlendirelim.
Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, önceki akşam televizyondan yaptığı konuşmada, 'Kıbrıs gibi olmayacağız' derken, Fransa için nasıl da talihsiz bir açıklama, örneklendirme yaptığını biliyor muydu acaba? Fransa gibi dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin, krize yönelik çözüm çabaları konusunda halkı aydınlatırken vereceği güvence Rum Kesimi olması gerçekten acınacak bir durum.
İnsanlara 'mevduatlarınız güvence altında' diyen Cumhurbaşkanı, acaba Fransa'da mevduat güvencesinin bile tehlikede olduğunu göstermiş olmadı mı?
Ne olursa olsun, Avrupa ülkeleri için bu açıklama muhtemel kötü senaryolara karşı iyi bir örnek ama Fransa için uluslararası düzeyde dehşet bir güvensizlik yayacak.
İkinci örnek Rus 'oligark'larla ilgili. Bugüne kadar yoğun olarak İngiltere ve Avrupa piyasalarına akıtılan para, bu ülkelere sığınan 'oligark'lar için artık Avrupa'nın da güvenli piyasa olmadığının kanıtı İngiltere'de yaşanan son örnekler. Boris Berezovski'nin asılarak 'öldürülmesi', Rum Kesimi'ndeki Rus paralarına el koyma çabaları, Rusya'nın sınır dışındaki zenginlikleri için Avrupa'nın hiç de güvenli liman olmadığının göstergesi oldu.
Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş'in, 'oligar'klar Türkiye'ye yönelebilir' mealindeki sözleri aslında müthiş bir gerçeği, para savaşının nasıl da sertleştiğini ortaya koyuyor. Bence bu açıklamanın üzerinde durulmalı ve buradan bir kriz ve fırsat okuması yapılmalı.
Saflar netleşiyor, Avrupa-Rusya savaşı kızışıyor. Krizdeki Avrupa yabancı paralara göz dikmiş durumda ve gelecek olağanüstü durumlarda bu paralara el koymak için hiçbir sınır tanımayacak.
Siz bir de yıllardır Avrupa ve Amerika bankalarında duran, kriz yüzünden geri alınamayan yüz milyarlarca dolarlık Arap sermayesinin kaderini düşünün.
Tek bir cümle söyleyeyim: Yağma başladı.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimKaragul/modern-tarihin-en-buyuk-hirsizligi/37003
27 Mart 2013 Çarşamba
Çikolatanın Tadını Bilmeyen Kakao İşçisi Çocuklar
Kaynak: Kuzey Haber Ajansı
Bugün tarihte herhangi bir zamanda olduğundan çok daha fazla köle var. Dünya genelinde tam 27 milyon kışı özgür değil. Başkaları için, onların istediği şekilde çalışmak zorunda.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün rakamlarına göre bugün 21 milyon kişi zorla çalıştırılıyor. Yani çalışan her bin kişiden üçü bırakamayacağı işlerde çalışıyor. Modern köle olarak sayılabilecek insan sayısı ise 27 milyona ulaşıyor. Sivil toplum örgütleri 350 yıl öncesine göre bugün daha fazla köle olduğunu savunuyor.
Modern köleler şiddetle ya da borçlandırılarak köleleştirilmiş, yasal hakları olmayan ve destek alamayan insanlar. Bu insanlar kaçak olarak hayatta kalmaya çalışıyor. Modern köleler ne bulundukları ülkenin eğitim ve sağlık imkanlarından ne de çalışmalarının karşılığı olan emeklilik planlarından yararlanabiliyor. Bu kişiler sınır dışı edilme korkusuyla hiçbir hak arayışına da giremiyor. Bu durum onların hayat standartlarını düşürüyor. Bağımlı oldukları insan kaçakçıları tarafından seks endüstrisi, hizmet sektörü, inşaat ve özel ev işlerinde çalıştırılıyorlar. 27 milyonun çok azı içinde bulunduğu şartlardan memnun.
Modern çağın köleleri göçmen, kaçak işçi, kâğıtsız yabancı, sığınmacı şeklinde isim değişerek sistem içindeki varlığını sürdürüyor.
ÇİKOLATANIN TADINI BİLMEYEN KAKAO İŞÇİSİ ÇOCUKLAR
Her gün dünyanın pek çok ülkesinden "modern köle" haberleri geliyor ancak Afrika, bu anlamda da en şanssız kıta... Batı Afrika'da tam 2 milyon çocuk haftanın 7 günü, günde 12 saat kakao toplamak için çalışıyor.
Dünyanın dört bir yanında her yıl üç milyon ton çikolata yeniyor. Bunun yarısı Avrupa'da tüketiliyor. Bayram gibi özel günlerde ilk akla gelen hediye çikolata oluyor. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. O çikolataları üretenlerin çoğu, çikolatanın tadını bile bilmeyen Afrikalı çocuk işçiler.
Kakao dört bin yıl önce Orta ve Güney Amerika'da bulunmuş olsa da çikolata yapımında kullanılan kakaonun yüzde 70'i bugün Afrika kıtasında üretiliyor. Bati Afrika'da iki milyon çocuk işçinin kakao üretiminde çalıştığı tahmin ediliyor. Çocukların tercih edilme sebepleri ise çok basit: aldıkları ücret çok daha düşük.
Daha iyi bir gelecek umuduyla evlerinden alınan çocuklar beklemedikleri bir hayatla karşılaşıyor. Güne sabahın erken saatlerinde başlıyorlar. Haftanın yedi günü, 12 saat boyunca ter çalışıyorlar. Çoğu zaman tek yedikleri mısır oluyor. Onlara verilen su miktarı da kısıtlı. Yeterince hızlı çalışmazlarsa ya da kaçmaya çalışırlarsa cezalar ağır.
Uluslararası Çalışma Örgütü İLO'nun verilerine göre, köle gibi çalıştırılan çocuklar dayak ve başta cinsel istismar olmak üzere çeşitli kötü muamelelerle karşı karşıya kalıyor. Araştırmalar çocukların yüzde 94'ünün tehlikeli aletlerle çalışmak zorunda bırakıldığını söylüyor. Çalışanların yüzde 80'i bir çocuğun taşıyabileceğinden çok daha ağır yükler taşımaya zorlanıyor. Yarısı iş kazası geçirerek yaralanıyor.
Sivil toplum örgütleri yaşananların önüne geçmek için ardı ardına kampanyalar düzenliyor. 2001 yılında bu gidişe dur demek için kakao protokolü imzalandı. Protokolle çocuk işçilerle bağlantısı olmayan firmaların ambalajlarına "bu ürünün üretilmesinde çocuk işçi çalıştırılmamıştır" logosu konmasına karar verildi. Ancak şirketlerden gelen yoğun baskılar üzerine bu uygulamanın başlangıç tarihi önce 2005 yılına, daha sonra 2008'e, ardından da 2010'a ertelendi.
Son belirlenen tarihin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen yapılan tüm girişimler sonuçsuz kaldı. Afrikalı 2 milyon çocuk zor şartlarda kakao tarlalarında çalışmaya devam ediyor.
MALAVİ'DE TÜTÜN, ÖZBEKİSTAN'DA PAMUK TARLASINDA ÇALIŞIYORLAR
Afrika kıtasında tarım alanında toplam 72 milyon çocuğun çalıştığı tahmin ediliyor. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün tahminlerine göre, dünyada 215 milyon çocuk okula gitmek yerine çalışmak zorunda bırakılıyor. Bunların 6 milyona yakını kendi rızaları olmadan zorla çalıştırılan ve emeklerinin karşılığını alamayan çocuklar. İki milyon çocuk ise madenlerde çalışıyor.
Güney Afrika ülkesi Malavi'de yaşananlar Afrika kıtasının en büyük trajedilerinden biri. Kuzey Amerika'nın sigara ihtiyacını karşılamak için binlerce çocuk Malavi'deki tütün tarlalarında çalışıyor. Çalıştıkları her 12 saat için sadece 17 cent ücret alıyorlar. yaptıkları işin bedeli ise çok ağır. Çocuklar günde 54 miligram nikotin soluyor. Bu da 50 sigaraya denk geliyor.
Özbekistan'da yaşayan çocuklar da pamuk tarlalarında zor şartlar altında çalışıyor. Ekonomisinin büyük bir kısmı pamuk üretimine dayanan Özbekistan'da iki milyonu aşkın çocuğun tarlalarda zorla çalıştırıldığı tahmin ediliyor. Üstelik bu çocukların en küçükleri henüz dokuz yaşında. Aylarca tatil yapmalarına izin verilmeden çalıştırılan çocuklara emeklerinin karşılığında herhangi bir ücret ödenmediği iddia ediliyor.
Bazı uluslararası giyim firmalarıysa çocuk işçi çalıştırılmasını protesto için Özbekistan'dan pamuk alımına son verdi.
VATANDAŞLARINI BAŞKA ÜLKELERE KİRALAYAN DEVLET: KUZEY KORE
Kuzey Kore'nin 'köle' işçileri, devlet tarafından başka ülkelere kiralanıyor. Bu işçiler, ağır ve sağlıksız şartlarda çalışmak zorunda kalıyorlar. Pek çok ülke, bu sömürü düzeninin bir parçası olmaktan şikâyetçi değil. İtaatkar oldukları düşüncesiyle, Kuzey Koreli işçileri çalıştırmaya devam ediyorlar. Üstelik ülkede kalanların maruz kaldıkları muamele de endişe verici.
100 binin üzerindeki Kuzey Korelinin dünyanın çeşitli ülkelerinde kiralık olarak çalıştığı biliniyor. Rusya, Çin, Moğolistan, Libya, Suudi Arabistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti ve diğer eski Sovyet Birliği ülkeleri kiralık iş gücünü kullananların başında geliyor.
İşçilerin Kuzey Kore yönetimine yılda yüz milyonlarca dolar kazandırdığı biliniyor. Ancak işçilerin eline neredeyse hiç para geçmiyor. Çünkü maaşları çalıştıkları ülke tarafından, doğrudan Kuzey Kore hükümetine ödeniyor. Örneğin Çek Cumhuriyeti'nde çalışan bir Kuzey Koreli işçinin maaşı ülkedeki asgari ücret olan 250 dolar. İşçinin eline geçen para ise 30 dolarla sınırlı. Geriye kalan para sözde işçinin rızasıyla, sosyalist devrime aktarılıyor. İşçiler kendileri için yapılmış kamplarda barınıyor. Kapısında Kuzey Koreli askerlerin nöbet tuttuğu bu kampları terk etmeleri yasak.
Durum Kuzey Kore'de kalanlar için de parlak değil. Çoğu Kuzey Koreli yeni bir umut için ülkeden kaçmak isterken insan tacirlerinin eline düşüyor. Çin'de yaklaşık 30 bin Kuzey Koreli kadının seks kölesi olarak çalıştırıldığı tahmin ediliyor. Üstelik ülkede son dönemde özellikle hapishanelerdeki mahkumların köle gibi zorla çalıştırılması gündemde. Çekilen son uydu görüntüleri ülkedeki hapishanelerin giderek genişlediğini gösteriyor. Hapishanelerdeki bu kamplarda yaşayanların sayısının 200 bini bulduğu tahmin ediliyor.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu ise hapishanelerde kurulan çalışma kamplarını ve uygulanan işkence ve yemek vermeme gibi cezaları araştırmak için kurduğu komisyonla incelemelerde bulunuyor.
ÇİN, MAHKUMLARI KÖLE OLARAK KULLANIYOR
Dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunda bulunan ve hızlı bir büyüme içinde olan Çin'in ekonomik başarı hikayesinin ardında karanlık hikayelerin olduğu bir sır değil. Çinli işçiler çok çalışıp az kazanıyorlar. Üstelik modern kölelik öyle bir hal almış ki ülkede, hapishanedeki tutuklular da bu sistemin bir parçası haline getirilmiş.
Çinli işçilerin çok çalışıp az kazanmaya mecbur bırakılmış olmaları, onları bugünün modern köleleri haline getiriyor. Akla gelen ilk meslek grubu ise sayıları on milyonu bulan maden işçileri. Hemen hemen her hafta bir madende göçüğün meydana geldiği ülkede, maden işçileri çalışma saatlerine göre az kazanıyorlar ve çalışma şartları da sağlıksız. Üstelik ölüm riski de yüksek.
Sadece maden işçileri değil, çok uluslu büyük teknoloji şirketlerinin çalışanları da benzer sorunlardan muzdarip. Amerika'da bağımsız araştırmalarda bulunan Adil Emek Derneği'nin son raporunda konuyla ilgili önemli tespitler bulunuyor. Rapora göre, ülkede son teknoloji telefonlar ve bilgisayarların üretildiği fabrikalarda işçiler haftada 60 saatten fazla çalışıyor.
Oysa Uluslararası Çalışma Örgütü İLO'ya göre haftalık çalışma saati tüm mesailer dahil en fazla 48 saat olabilir. İşçilerin haftada 60 saatten fazla çalışmaları ise haftanın yedi günü hiç ara vermeden çalıştıkları anlamına geliyor. Üstelik fazla mesai ücreti de verilmeyen işçilerin aylık ortalama geliri 360 dolar.
Maden ya da fabrika işçilerinden daha kötü durumda olanlar da var. Bunlar, hapishanede kalıyor, üretim yapmaya mecbur bırakılıyorlar. Aksi halde hapishanedeki en temel haklarından mahrum kalıyorlar. Hapishane köleleri olarak anılan bu grup, Çin'in özellikle son 20 yılda tüketim mallarının en büyük ihracatçısı haline gelmesinde önemli bir paya sahip.
YUNANİSTAN'DAKİ KÖLELER: GÖÇMENLER
Antik yunanda, medeniyetin yükselmesindeki en önemli etkenlerden biri kölelerin iş gücüydü. Öyle ki milattan önce beşinci yüzyılda köleler nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Modern Yunanistan ise ekonomisini canlandırmak için onlarca yıl göçmenlerin ucuz iş gücünü kullandı. Doksanlı yıllarda eski Sovyet Bloğu ülkeleri ve Balkanlar'dan gelen göçmenler az para getiren ağır işlerde çalıştı. 2000'li yıllara gelindiğinde ise Yunanistan Asya, Afrika ve Ortadoğu'dan gelen göçmenlerle tanıştı.
Yunanistan'da bugün her 10 kişiden biri göçmen kökenli. Çoğu ülkeye kaçak yollardan giren bu göçmenler, genelde Yunanistan'ı bir geçiş yolu olarak kullanıp Avrupa'ya gitmek istiyorlardı. Sığınma hakkı alıp Avrupa'ya geçmeyi başarabilenler kendilerini şanslı hissediyorlardı. Sığınma hakkını alamayanlar için ise Yunanistan yaşanması zor bir ülke oldu.
Kaçak göçmenlerin ilk karşılaştıkları sorun işsizlikti. Ekonomik krizle birlikte işsizliğin gitgide arttığı ülkede ekmek artık aslanın ağzındaydı. İş bulabilenlerin çoğu ise sosyal haklardan yoksun, ucuz ve sigortasız çalıştırılıyordu. kayıt dışı ekonomi ile mücadele eden kurumların araştırmalarına göre, bugün ülkedeki çalışanların yüzde 33'ü sigortasız, sigortasızların yarısı ise göçmen... Çoğunlukla sokaklarda ve tarlalarda çalıştıkları göz önünde bulundurulduğunda, göçmenlerin yüzde 80'inden fazlasının sigortasız olduğunu söylemek mümkün.
Sigortasız da olsa bir iş bulabilenler ise ya emeklerinin sömürülmesinden ya da hak ettikleri parayı alamamaktan şikayetçi.
Göçmenlerin şimdiki en büyük sıkıntılarından biri de artan ırkçı saldırılar. Özellikle Neonazist ırkçı parti Altın Şafak üyelerinin sokaklarda göçmenleri darp edip yaralaması, göçmenler için hayatı daha da zor bir hala getiriyor.
Kaynak: Kuzey Haber Ajansı
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=253283
23 Mart 2013 Cumartesi
Noam Chomsky: 'No individual changes anything alone'
'I grew up during the Depression. People would come to the door trying to sell rags - that was when I was four' … Noam Chomsky.
Photograph: Graeme Robertson for the Guardian
Noam Chomsky is one of the world's most controversial thinkers. Now 84, he reflects on his life's work, on current events in Syria and Israel, and on the love of his life – his wife
Aida EdemariamThe Guardian, Friday 22 March 2013 19.08 GMTIt may have been pouring with rain, water overrunning the gutters and spreading fast and deep across London's Euston Road, but this did not stop a queue forming, and growing until it snaked almost all the way back to Euston station. Inside Friends House, a Quaker-run meeting hall, the excitement was palpable. People searched for friends and seats with thinly disguised anxiety; all watched the stage until, about 15 minutes late, a short, slightly top-heavy old man climbed carefully on to the stage and sat down. The hall filled with cheers and clapping, with whoops and with whistles.
Noam Chomsky, said two speakers (one of them Mariam Said, whose late husband, Edward, this lecture honours) "needs no introduction". A tired turn of phrase, but they had a point: in a bookshop down the road the politics section is divided into biography, reference, the Clintons, Obama, Thatcher, Marx, and Noam Chomsky. He topped the first Foreign Policy/ Prospect Magazine list of global thinkers in 2005 (the most recent, however, perhaps reflecting a new editorship and a new rubric, lists him not at all). One study of the most frequently cited academic sources of all time found that he ranked eighth, just below Plato and Freud. The list included the Bible.
When he starts speaking, it is in a monotone that makes no particular rhetorical claim on the audience's attention; in fact, it's almost soporific. Last October, he tells his audience, he visited Gaza for the first time. Within five minutes many of the hallmarks of Chomsky's political writing, and speaking, are displayed: his anger, his extraordinary range of reference and experience – journalism from inside Gaza, personal testimony, detailed knowledge of the old Egyptian government, its secret service, the new Egyptian government, the historical context of the Israeli occupation, recent news reports (of sewage used by the Egyptians to flood tunnels out of Gaza, and by Israelis to spray non-violent protesters). Fact upon fact upon fact, but also a withering, sweeping sarcasm – the atrocities are "tolerated politely by Europe as usual". Harsh, vivid phrases – the "hideously charred corpses of murdered infants"; bodies "writhing in agony" – unspool until they become almost a form of punctuation.
You could argue that the latter is necessary, simply a description of atrocities that must be reported, but it is also a method that has diminishing returns. The facts speak for themselves; the adjectives and the sarcasm have the counterintuitive effect of cheapening them, of imposing on the world a disappointingly crude and simplistic argument. "The sentences," wrote Larissa MacFarquhar in a brilliant New Yorker profile of Chomsky 10 years ago, "are accusations of guilt, but not from a position of innocence or hope for something better: Chomsky's sarcasm is the scowl of a fallen world, the sneer of hell's veteran to its appalled naifs" – and thus, in an odd way, static and ungenerative.
To be fair, he has – as he points out the next day, sitting under the gorgeous, vaulting ceilings of the VIP section of the St Pancras Renaissance hotel – not always been preaching to the converted, or even to the sceptically open-minded. "This [rapturous reception] is radically different from what it was like even five years ago, when in fact [at talks about Israel-Palestine] I had to have police protection because the audience was so hostile." His voice is vanishingly quiet as well as monotonal, and he is slightly deaf, which makes conversation something of a challenge. But he answers questions warmly, and seriously, if not always directly – a surprise, in a way, from someone who has earned a reputation for brutality of argument, and a need to win at all costs. "There really is an alpha-male dominance psychology at work there," a colleague once said of him. "He has some of the primate dominance moves. The staring down. The withering tone of voice." Students have been known to visit him in pairs, so that one can defend the other. But it is perhaps less surprising when you discover that he can spend up to seven hours a day answering emails from fans and the questing public. And in the vast hotel lobby he cuts a slightly fragile figure.
Chomsky, the son of Hebrew teachers who emigrated from Ukraine and Russia at the turn of the last century, began as a Zionist – but the sort of Zionist who wanted a socialist state in which Jews and Arabs worked together as equals. Since then he has been accused of antisemitism (due to defending some 35 years ago the right to free speech of a French professor who was later convicted of Holocaust denial), and, as the Nation once pointed out, it is a measure of the limitations discussions of the Middle East have sometimes had in his home country that he at one point acquired the reputation of being America's most prominent self-hating Jew. These days he argues tirelessly for the rights of Palestinians. In this week's lecture he quoted various reactions to the Oslo accords, which turn 20 in September, including a description of them as "an infernal trap". He replied to a question about whether Israel would still exist in 50 years' time by saying, among other things, that "Israel is following policies which maximise its security threats … policies which choose expansion over security … policies which lead to their moral degradation, their isolation, their deligitimation, as they call it now, and very likely ultimate destruction. That's not impossible." Obama arrived in Israel this week accompanied by some of the lowest expectations ever ascribed to a US president visiting the country. There was so much more hope, I suggest to Chomsky, when Obama was first elected, and he spoke about the Middle East. "There were illusions. He came into office with dramatic rhetoric about hope and change, but there was never any substance behind them," he responds.
He seems cautiously optimistic about the Arab spring, which he sees as a "classic example … [of] powerful grassroots movements, primarily in Tunisia and Egypt" – but is dryly ironic about the west's relationship with what is happening on the ground. "In Egypt, on the eve of Tahrir Square, there was a major poll which found that overwhelmingly – 80-90%, numbers like that – Egyptians regarded the main threats they face as the US and Israel. They don't like Iran – Arabs generally don't like Iran – but they didn't consider it a threat. In fact, back then a considerable number of Egyptians thought the region might be better off if Iran had nuclear weapons. Not because they wanted Iran to have nuclear weapons, but to offset the real threats they faced. So that's obviously not the kind of policy that the west wants to listen to. Other polls are somewhat different, but the basic story is about the same – what Egyptians want is not what the west would like to see. So therefore they are opposed to democracy."
What does Chomsky, who has infuriated some with his dismissal of the "new military humanism", think should be done in Syria, if anything? Should the west arm the opposition? Should it intervene? "I tend to think that providing arms is going to escalate the conflict. I think there has to be some kind of negotiated settlement. The question is which kind. But it's going to have to be primarily among Syrians. Outsiders can try to help set up the conditions, and there's no doubt that the government is carrying out plenty of atrocities, and the opposition some, but not as many. There's a threat that the country is on a suicidal course. Nobody wants that."
Chomsky first came to prominence in 1959, with the argument, detailed in a book review (but already present in his first book, published two years earlier), that contrary to the prevailing idea that children learned language by copying and by reinforcement (ie behaviourism), basic grammatical arrangements were already present at birth. The argument revolutionised the study of linguistics; it had fundamental ramifications for anyone studying the mind. It also has interesting, even troubling ramifications for his politics. If we are born with innate structures of linguistic and by extension moral thought, isn't this a kind of determinism that denies political agency? What is the point of arguing for any change at all?
"The most libertarian positions accept the same view," he answers. "That there are instincts, basic conditions of human nature that lead to a preferred social order. In fact, if you're in favour of any policy – reform, revolution, stability, regression, whatever – if you're at least minimally moral, it's because you think it's somehow good for people. And good for people means conforming to their fundamental nature. So whoever you are, whatever your position is, you're making some tacit assumptions about fundamental human nature … The question is: what do we strive for in developing a social order that is conducive to fundamental human needs? Are human beings born to be servants to masters, or are they born to be free, creative individuals who work with others to inquire, create, develop their own lives? I mean, if humans were totally unstructured creatures, they would be … a tool which can properly be shaped by outside forces. That's why if you look at the history of what's called radical behaviourism, [where] you can be completely shaped by outside forces – when [the advocates of this] spell out what they think society ought to be, it's totalitarian."
Chomsky, now 84, has been politically engaged all his life; his first published article, in fact, was against fascism, and written when he was 10. Where does the anger come from? "I grew up in the Depression. My parents had jobs, but a lot of the family were unemployed working class, so they had no jobs at all. So I saw poverty and repression right away. People would come to the door trying to sell rags – that was when I was four years old. I remember riding with my mother in a trolley car and passing a textile worker's strike where the women were striking outside and the police were beating them bloody."
He met Carol, who would become his wife, at about the same time, when he was five years old. They married when she was 19 and he 21, and were together until she died nearly 60 years later, in 2008. He talks about her constantly, given the chance: how she was so strict about his schedule when they travelled (she often accompanied him on lecture tours) that in Latin America they called her El Comandante; the various bureaucratic scrapes they got into, all over the world. By all accounts, she also enforced balance in his life: made sure he watched an hour of TV a night, went to movies and concerts, encouraged his love of sailing (at one point, he owned a small fleet of sailboats, plus a motorboat); she water-skied until she was 75.
But she was also politically involved: she took her daughters (they had three children: two girls and a boy) to demonstrations; he tells me a story about how, when they were protesting against the Vietnam war, they were once both arrested on the same day. "And you get one phone call. So my wife called our older daughter, who was at that time 12, I guess, and told her, 'We're not going to come home tonight, can you take care of the two kids?' That's life." At another point, when it looked like he would be jailed for a long time, she went back to school to study for a PhD, so that she could support the children alone. It makes no sense, he told an interviewer a couple of years ago, for a woman to die before her husband, "because women manage so much better, they talk and support each other. My oldest and closest friend is in the office next door to me; we haven't once talked about Carol." His eldest daughter often helps him now. "There's a transition point, in some way."
Does he think that in all these years of talking and arguing and writing, he has ever changed one specific thing? "I don't think any individual changes anything alone. Martin Luther King was an important figure but he couldn't have said: 'This is what I changed.' He came to prominence on a groundswell that was created by mostly young people acting on the ground. In the early years of the antiwar movement we were all doing organising and writing and speaking and gradually certain people could do certain things more easily and effectively, so I pretty much dropped out of organising – I thought the teaching and writing was more effective. Others, friends of mine, did the opposite. But they're not less influential. Just not known."
In the cavernous Friends' House, the last words of his speech are: "Unless the powerful are capable of learning to respect the dignity of their victims … impassable barriers will remain, and the world will be doomed to violence, cruelty and bitter suffering." It's a gloomy coda, but he leaves to a standing ovation.
• This article was amended on 23 March 2013 to clarify the sentence that refers to Chomsky being accused of antisemitism. This article was further amended on 24 March 2013. An incorrect reference to Chomsky having been called "America's most prominent self-hating Jew" has been deleted. The error was the result of a quote being misconstrued.
http://www.guardian.co.uk/world/2013/mar/22/noam-chomsky-no-individual-changes-anything-alone
22 Mart 2013 Cuma
Kitap: Engelli Sahabiler
ONLAR EN MUTLU ENGELLİLERDİ
Peygamberimizin , engin şefkatiyle hayatın dışında kalmalarına razı olmadığı engelli sahabilerin tüm zamanlarda örnek olacak hayatlarını Yrd. Doç. Dr. Mithat Eser, Nesil yayınlarından çıkan kitabında topladı. Eser, kitabında bu sahabilerin engel durumu, sebepleri ve özellikle de hayatla ilişkisini ele alıyor.
Peygamber Efendimizle aynı zaman ve mekanı paylaşan sahabiler arasında da vardı elbette engelliler. Kahramanlık, fedakarlık hikayelerini dinlediğimiz sahabilerden bir kısmı doğuştan bir kısmı da cihad yolunda katıldığı savaşlarda aldığı yaralar nedeniyle engelliydi. Dünya tarihinin en huzurlu engellileri de onlardı. Aynı atmosferi paylaşmak bir yana, Peygamber Efendimizin şefkatle davranıp toplumsal hayatın her alanında var olmaları için gayret sarf ettiği mübarek sahabilerdi onlar. Peygamber Efendimizin sevgi ve merhamet deryası gönlü, bireye her haliyle değer verip hayata bir kenarından tutunmasını sağlayacak yönetici aklı bir yana farkındalığı 'engelliler haftası' diyerek yılda 7 günlük zoraki etkinliklere indirgeyen modern zaman şefkati bir yana.
CEMAATTE KATIL; EVİNE HAPSOLMA
Peygamberimiz, engelli sahabilere her an iltifat ve ikramda bulunmuş. Sohbetlerinde, mübarek şakalaşmalarında sağlıklı bedenlere sahip sahabilerden onları hiçbir zaman ayırt etmemiş. Engelleri nedeniyle hayata küsmelerinin önüne geçmiş. Mesela bacağından sakat olan Hz. Muaz bin Cebel'i Yemen valisi olarak atamış, bedeni kusurları nedeniyle toplumdan kaçıp çölde yaşamayı tercih eden Hz. Zahir'e pazarcılık yaptırmış. Hatta şu örnek, Peygamber Efendimizin engelli duyarlılığının muazzam seviyesini göstermeye yeter: Bilal-i Habeşî ile birlikte Peygamber Efendimizin de müezzinliğini yapan İbn-i Ümmi Mektûm, görme engelliydi. Görme engelli oluşu, evinin camiye uzaklığı ve kendisini namaza götürecek kimsenin olmayışı gerekçesiyle ibadetini evde yapabilmek için Peygamber Efendimizden müsaade istedi. Peygamberimiz 'Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun' diye sordu. Görme engelli sahabi 'Evet' diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz 'O halde dâvete icâbet et, cemâate gel' diye buyurdu. Görme engelli sahabinin camiye rahatlıkla gelebilmesi için de bir çözüm üretti. Sahabinin evinden camiye ip uzatıldı.
Peygamberimizin , engin şefkatiyle hayatın dışında kalmalarına razı olmadığı engelli sahabilerin tüm zamanlarda örnek olacak hayatlarını Yrd. Doç. Dr. Mithat Eser, Nesil yayınlarından çıkan kitabında topladı. Eser, Asr-ı Saadet dönemini farklı bir açıdan anlatan 'Engelli Sahabiler' kitabında 143 sahabiyi anlatıyor. Eser, kitabında bu sahabilerin engel durumu, sebepleri ve özellikle de hayatla ilişkisini masaya yatırıyor. Peygamber Efendimizin ve diğer sahabilerin, onlara yönelik tutumuna dair ibretlik örnekler aktarıyor. Engelli sahabilerin cahiliye döneminde yaşanan sıkıntılardan kurtulup toplumsal hayatın aktörleri olarak mübarek yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini; hatta bedensel engeli bulunmayan sahabileri aşacak seviyede hizmetlerini anlatarak Asr-ı Saadet'ten günümüze insanlık mesajı iletiyor.
Kitabın Künyesi:
Engelli Sahabiler
Yazar: Mithat Seçer
Yayınevi: Nesil
Basım tarihi: 2013
Sayfa Sayısı: 216
http://yenisafak.com.tr/kitap-haber/onlar-en-mutlu-engellilerdi-21.03.2013-499828
17 Mart 2013 Pazar
Kul hakkı versus insan hakkı / Rasim Özdenören
RASİM ÖZDENÖREN
Hıristiyan Batı kültüründe "insan hakları" kavramının kökeni hümanizma telakkisine dayanır.
Hümanizma, genelde her tür otoriteye karşı, özelde kiliseye karşı insanı özgür kılma çabası olarak ortaya çıkar. 14. yy.dan başlayarak bu çabaya nesnel bir temel bulma adına antik Yunan-Roma kültürüne müracaat edilmiştir. Çünkü bu kültürlerin mücerret insan kafasının ürünü olduğu kabul ediliyor ve kilise kültürüne karşı antik kültürü öne alarak savaşım verilmek isteniyordu.
Hümanizma, bazılarının düşündüğü gibi mücerret bir insan sevgisinin öne çıkartılması gayretiyle ilintili değildir. Evet, böyle bir gayret var, ancak bu gayreti besleyen telakki kiliseye karşı insanı özgür kılma niyetinin üzerine kuruludur. Nihai amaç insan sevgisi değil, fakat kilisenin otoritesini arka plana itme gayretidir. Bu telakki tarzı sonuçta amaçlanmamış ürünlerini ortaya çıkarmıştır: başka faktörlerin de desteğiyle Avrupa insanı, dünyayı keşfetme zımnında yeni ticaret yolları bulmuş, bilim, sanat ve felsefede yeni telakki tarzlarına ulaşmıştır.
Avrupa'da bireyciliğin (individüalizm) kökeni, liberal düşünce hümanizmaya dayanır. Rönesans'la birlikte sanatçının kişisel imzasını kullanması veya edebiyat ürünlerinde (örnekse Shakespeare) bireysel kişiliklerin resmedilmeye başlanması, hep bireyi öne çıkartma gayretleriyle ilgilidir. Ve bunun da kökeninde birey olarak insanın kiliseye başkaldırısı söz konusudur.
Nihayet 1789 Fransız İhtilali ile ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanların özgürlüğünü, eşitliğini, zulme karşı direnme hakkı bulunduğunu, her türlü egemenliğin temelinde millet olduğunu, mutlak egemenliğin kişinin veya bir grubun değil fakat milletin elinde olacağını, yöneticilerin millete karşı sorumlu olduğunu dermeyan ediyordu.
Fark edileceği gibi bu bildirge de, isim olarak zikretmemekle birlikte, her satırında kilise otoritesine karşı bir başkaldırıyı dile getiriyordu. Daha önceki yüzyıllarda krallara taç giydiren merciin Papalık (yani kilise) olduğu hatırlanırsa, durum daha bir vuzuh kazanır.
Keza 16. yy.'da Reform hareketi aynı şekilde merkezî kilise otoritesini bertaraf edip onun yerine millî kiliselerin kurulmasını amaçlıyordu.
Özetle söylersek, bütün bu hareketlerin ve telakki tarzının dibinde, insana, kilise karşısında kişi olduğunu telkin etme maksadı yatmaktadır. İnsana, kiliseye karşı lisanı hal ile söyletilen şey: "Ey kilise, sen sensen, ben de benim; senin bana karşı hakların varsa, benim de sana karşı haklarım var!"
Müslüman toplumlar kiliseli bir hayat sürmediklerinden bu telakki tarzı onlara yabancıdır. Müslümanlar "kul hakkını" bilirler. "İnsan hakları" özneye dönük bir karakter taşırken "Kul hakkı" ötekine dönük bir nitelik taşır. Birinde kendi benini öne çıkartma gayreti varken, ikincisinde ötekinin (başkasının) hakkını ihlal etmeme titizliği öne çıkar.
İnsan hakları söyleminin özü "benim mülkiyet hakkım, benim konuşma hakkım, benim din ve vicdan özgürlüğüm, benim seçme hakkım" tarzında dışarıya karşı bir beyanı dile getirmeye matuftur. Kul hakkında ise "aman başkasının hakkını yemeyeyim, aman başkasının mülkiyetine bir haksızlık yapmayayım, aman başkasının dinine, vicdanına ilişkin bir hakkı ihlal etmeyeyim" dikkati söz konusudur.
İnsan hakları söylemi, insanın, kiliseye karşı özgürlüğünü dermeyan ederken sonuçta bencilliğe dönük bir söylem haline gelmişken, kul hakkı baştan beri ve daima diğerkâmlığı öngörmektedir. İlki bencilliğin, ikincisi özgeciliğin ifadesidir.
Hümanizma, genelde her tür otoriteye karşı, özelde kiliseye karşı insanı özgür kılma çabası olarak ortaya çıkar. 14. yy.dan başlayarak bu çabaya nesnel bir temel bulma adına antik Yunan-Roma kültürüne müracaat edilmiştir. Çünkü bu kültürlerin mücerret insan kafasının ürünü olduğu kabul ediliyor ve kilise kültürüne karşı antik kültürü öne alarak savaşım verilmek isteniyordu.
Hümanizma, bazılarının düşündüğü gibi mücerret bir insan sevgisinin öne çıkartılması gayretiyle ilintili değildir. Evet, böyle bir gayret var, ancak bu gayreti besleyen telakki kiliseye karşı insanı özgür kılma niyetinin üzerine kuruludur. Nihai amaç insan sevgisi değil, fakat kilisenin otoritesini arka plana itme gayretidir. Bu telakki tarzı sonuçta amaçlanmamış ürünlerini ortaya çıkarmıştır: başka faktörlerin de desteğiyle Avrupa insanı, dünyayı keşfetme zımnında yeni ticaret yolları bulmuş, bilim, sanat ve felsefede yeni telakki tarzlarına ulaşmıştır.
Avrupa'da bireyciliğin (individüalizm) kökeni, liberal düşünce hümanizmaya dayanır. Rönesans'la birlikte sanatçının kişisel imzasını kullanması veya edebiyat ürünlerinde (örnekse Shakespeare) bireysel kişiliklerin resmedilmeye başlanması, hep bireyi öne çıkartma gayretleriyle ilgilidir. Ve bunun da kökeninde birey olarak insanın kiliseye başkaldırısı söz konusudur.
Nihayet 1789 Fransız İhtilali ile ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanların özgürlüğünü, eşitliğini, zulme karşı direnme hakkı bulunduğunu, her türlü egemenliğin temelinde millet olduğunu, mutlak egemenliğin kişinin veya bir grubun değil fakat milletin elinde olacağını, yöneticilerin millete karşı sorumlu olduğunu dermeyan ediyordu.
Fark edileceği gibi bu bildirge de, isim olarak zikretmemekle birlikte, her satırında kilise otoritesine karşı bir başkaldırıyı dile getiriyordu. Daha önceki yüzyıllarda krallara taç giydiren merciin Papalık (yani kilise) olduğu hatırlanırsa, durum daha bir vuzuh kazanır.
Keza 16. yy.'da Reform hareketi aynı şekilde merkezî kilise otoritesini bertaraf edip onun yerine millî kiliselerin kurulmasını amaçlıyordu.
Özetle söylersek, bütün bu hareketlerin ve telakki tarzının dibinde, insana, kilise karşısında kişi olduğunu telkin etme maksadı yatmaktadır. İnsana, kiliseye karşı lisanı hal ile söyletilen şey: "Ey kilise, sen sensen, ben de benim; senin bana karşı hakların varsa, benim de sana karşı haklarım var!"
Müslüman toplumlar kiliseli bir hayat sürmediklerinden bu telakki tarzı onlara yabancıdır. Müslümanlar "kul hakkını" bilirler. "İnsan hakları" özneye dönük bir karakter taşırken "Kul hakkı" ötekine dönük bir nitelik taşır. Birinde kendi benini öne çıkartma gayreti varken, ikincisinde ötekinin (başkasının) hakkını ihlal etmeme titizliği öne çıkar.
İnsan hakları söyleminin özü "benim mülkiyet hakkım, benim konuşma hakkım, benim din ve vicdan özgürlüğüm, benim seçme hakkım" tarzında dışarıya karşı bir beyanı dile getirmeye matuftur. Kul hakkında ise "aman başkasının hakkını yemeyeyim, aman başkasının mülkiyetine bir haksızlık yapmayayım, aman başkasının dinine, vicdanına ilişkin bir hakkı ihlal etmeyeyim" dikkati söz konusudur.
İnsan hakları söylemi, insanın, kiliseye karşı özgürlüğünü dermeyan ederken sonuçta bencilliğe dönük bir söylem haline gelmişken, kul hakkı baştan beri ve daima diğerkâmlığı öngörmektedir. İlki bencilliğin, ikincisi özgeciliğin ifadesidir.
Not: Bu yaziyi bugun Emir Buhari Kultur Merkezinde Edebiyat ve Medeniyet sohbetinde Mahmut Kanik`la okuduk.
4 Mart 2013 Pazartesi
Bu topraklardan bir Muhammed Esed geçti / Taha Kılınç
Taha Kılınç
İspanya'nın Granada (Arapça'daki adıyla: Gırnata) kentindeki belediye mezarlığının Müslümanlara ayrılan kısmında sade bir kabir… Beyaz mermerden taşının üzerinde Fecr suresinin son ayetleri işlenmiş. Ve bir de isim: Muhammed Esed.
1900'de, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Lemberg (Bugünkü Ukrayna'nın Lviv) kentinde Leopold Weiss adıyla dünyaya gelen Esed, Yahudilikten İslâm'a uzanan sıra dışı hikâyesiyle geçtiğimiz yüzyılın en dikkate değer simalarından biriydi. İbraniceyi akıcı bir şekilde okuyup yazabileceği, Yahudi kültürünün temel metinlerine kolaylıkla ulaşabileceği bir aile çevresi içinde yetişen Esed, babası Akiva'nın onu ısrarla yönlendirmek istediği akademik kariyer yerine daha serbest bir tarzı tercih etti.
Üniversiteyi okumak için gittiği Viyana'da kısa bir süre yönetmen Fritz Lang'ın asistanı olarak çalışan Esed, daha sonra bir Amerikan haber ajansının Berlin bürosunda telefon operatörü oldu. Bu sırada ünlü Rus yazar Maksim Gorki'nin eşinin, sefalet içindeki Rus halkına yardım toplamak üzere Berlin'e geldiğini öğrenen Esed, Bayan Gorki'yle yaptığı röportajla adını birden bire duyurdu. 1922'de, henüz 22 yaşında olan Esed, Avrupa'nın en prestijli gazetelerinden Franfurter Allgemeine Zeitung'un Ortadoğu muhabiri idi artık.
Gazeteci kimliğiyle Filistin, Suriye, Irak, İran ve Afganistan'dan geçerek Orta Asya'ya kadar uzanan Esed, iki yıllık bir seyahatin ardından Rusya üzerinden ülkesine döndü. Bu sürenin bir kısmında Kudüs'te psikanalist olarak çalışan amcası Dorian Weiss'in yanında kalan Esed, İslâm dünyasını ve Müslümanları yakından tanıma imkânı buldu. İleride İsrail'in ilk cumhurbaşkanı olacak olan Haim Weizmann ile tanıştı ve onunla Siyonizm konusunda ciddi bir tartışma yaşadı.
Almanya'ya döndükten sonra, Berlin'de tanıştığı, kendisi gibi Yahudi olan ressam Elsa Schiemann ile evlenen Esed, kendisinden 15 yaş büyük olan eşiyle birlikte İslâm'ı derinlemesine araştırmaya başladı. Karı koca Kur'ân'ı birlikte okudu. Nihayet 1926 yılında bir akşam Berlin metrosunda insanların yüzlerindeki derin hüzünden etkilenerek eve döndüklerinde, Esed masanın üzerindeki Kur'ân nüshasında Tekâsur suresinin bulunduğu sayfanın açık olduğunu gördü. İnsanoğlunun mutsuzluk ve huzursuzluğunun kaynağı olarak dünyaya bağlanmasının işaret edildiği sure, Esed için İslâm'a girmesinden önceki son düğümün de çözülmesi anlamına geliyordu.
Vakit geçirmeden Berlin'deki Müslüman cemaatine başvurarak İslâm'a girişini tescil ettiren Esed, kendisinden hemen sonra Müslüman olan eşi Elsa'yı ve onun 11 yaşındaki oğlu Heinrich'i de yanına alarak Mekke'ye gitti ve ilk haccını yaptı. Mekke'ye varışlarından hemen sonra Elsa aniden hayatını kaybetti ve Hz. Hatice'nin de medfun bulunduğu Mualla Kabristanı'na defnedildi. Esed, Heinrich'i Almanya'daki akrabalarının yanına gönderdi, kendisi ise Arabistan'da kaldı. (Annesi ve üvey babasının aksine Müslümanlığı tercih etmeyen Heinrich Schiemann, 2002'de öldü.)
Mekke'deki küçük kütüphanede tarih çalışırken, Kral Abdülaziz'in oğlu Prens Faysal'la tanışan Esed'in hayatında yepyeni bir dönem başladı. Kısa zamanda Abdülaziz'in en yakın dostlarından biri haline geldi. Ondan aldığı özel izinle ülkeyi baştan başa dolaştı, çöldeki bedevi kabilelerin yaşamlarını gözlemledi. Bu sürede klâsik Arapçayı derinlemesine öğrendi.
İlk zamanlar Kral Abdülaziz'i İslâm dünyasının ideal lideri olarak gören Esed, çok geçmeden onun birçok zaafını fark etmeye başladı. Arabistan'da dolu dolu geçirdiği 5 yılın ardından, Abdülaziz'e haber dahi vermeden 1932'de bir gemiyle Pakistan'a geçti. Karaçi üzerinden Lahor'a giden Esed, burada Muhammed İkbal'le tanıştı. Bu sırada İngilizlerin hâkimiyeti altında bulunan bölgede ciddi bir eğitim ve yayın faaliyetine başlayan Esed, Pakistan'ın kuruluş sürecinde yaşanan gerginliklerin tamamına yakından tanıklık etti. Hatta hazırladığı "Buhari Tercümesi"nin baskıya girmek üzere olan el yazma nüshaları, bir çatışma sırasında evini basan saldırganlar tarafından suya atılarak imha edildi.
Pakistan'ın kuruluşundan sonra devlette İslâmi eğitimden sorumlu birimin yöneticiliğine getirilen Esed, 1949'da Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi'ne müdür olarak atandı. 1952'de Birleşmiş Milletler'de Pakistan'ın temsilcisi olan Esed, aynı yıl sonunda bütün resmi görevlerinden istifa ederek, kendisini kitaplarını yazmaya adadı.
İlk ciddi eseri olan Yolların Ayrılış Noktasında İslâm'ın ardından Mekke'ye Giden Yol'u kaleme alan Muhammed Esed, 1964'de Kur'ân'ın İngilizceye tercümesi olan "Kur'ân Mesajı"nın ilk bölümünü yakın dostu Suudi Arabistan Veliahd Prensi Faysal'ın maddi desteğiyle yayımladı. 1980'de Kur'ân Mesajı'nı tamamlayarak tek cilt halinde yayımlayan Esed, ömrünün son yıllarını okuyarak, yazarak ve konuşmalar yaparak geçirdi.
İlk eşi Elsa'dan sonra Suudi Arabistanlı Munire Hüseyin Şammâri ile evlenen Esed'in, bu evlilikten 1933'te Talal adlı oğlu dünyaya geldi. Aralarındaki kültür farkı yüzünden Munire'den boşanan Esed, vefatına kadar Polonya asıllı ABD vatandaşı Pola Hamide ile evli kaldı.
Batı ülkelerinde Arap dünyasının yakından tanınmasında birinci derecede rolü bulunan Muhammed Esed, Yahudi olarak kalsaydı İsrail'in cumhurbaşkanlarından biri olabilecek çapta bir entelektüel zekâya ve birikime sahipti. İslâm dünyasının her açıdan yenik düştüğü bir dönemde, çok 'kârlı' bir din olan Yahudiliği bırakıp Müslümanlığı seçişi bile, tek başına Esed'i her yönüyle incelenmeye değer bir kişilik haline getirmektedir.
[email protected]
http://www.usasabah.com/Yazarlar/taha_kilinc/2013/02/25/bu-topraklardan-bir-muhammed-esed-gecti
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)