Antisemitizme karşı sürekli olarak ve abartılı derecede işlenen, beslenen ve uluslararası bir değer haline getirilen duyarlılığın en önemli gerekçesi olarak şu düşünceye yer verilir: 'Bir daha asla' hiç bir kavmin başına böyle bir şey gelmesin. Dünya, bu kadar insanlık dışı bir cürme, topluca paylaşılan ve düşülen bir insanlık suçuna bir daha sapmasın ve tabii ki zayıf milletler böyle bir cürmün kurbanı olmasın.
Avrupa'nın her yanına kurulan soykırım müzeleri, çok değil sadece 65-70 yıl kadar önce insanın insana yapabileceği en büyük kötülükleri, sadece Almanları değil, o dönemde bu suça sessiz kalmış bütün insanlığı borçlu çıkaracak bir dersi işlemek üzere tasarlanır. O müzelere giren hiç kimse, kendi doğumundan önce gerçekleşmiş bu vahşetten dolayı kendisini de suçlu hissetmekten neredeyse kendisini alamaz. Bu suçluluk duygusunu bu sistematik ideolojik mekanizmalarla vermenin tek gerekçesi de 'bir daha böyle bir şey olmasın' diye anlatılır.
Yani ne kimse bir daha soykırım, katliam veya insanlık suçu işlemeyi göze alabilsin, ne de bu suçlar işlenirse kimse sessiz kalamasın diye. Çünkü Soykırım söylemlerinin ürettiği utancın bu yolla işlenmesi zaten böyle şeylerin bir daha olmaması için yeterince güvence oluşturacaktı.
Oysa II. Dünya savaşından sonra yaşadığımız onca olayda bu söylemin hiç bir işe yaramadığı görüldü. Öncelikle Nazi Almanya'sının Yahudilere uygulamış olduğu soykırımdan dolayı bütün insanlığı borçlu çıkarmaya çalışan birileri bu borcun nasıl olduysa sadece savaşın bitiminden üç yıl sonra kurulan İsrail devletine ödenmesini uygun gördü. Aynı soykırımın kurbanı olan Çingenelere bu maddi ve manevi tazminattan hiç bir pay düşmedi. Daha sonra Cezayir, Vietnam, Kamboçya, Bosna ve Ruanda'da milyonlarca insanın kısa süreler içinde sistematik biçimde katledilmesine karşı o soykırım müzelerinin telkin ettiği ideoloji hiç bir fayda vermedi.
Dahası soykırımın manevi tazminatına konan İsrail'in Filistin'i işgali, çoğunu katledip bir çoğunu tehcir etmesi ve kalan Filistin'in tamamını bir toplama kampına dönüştürmesine karşı o 'bir daha asla' söyleminin hiç bir faydası olmadı. Bütün bu vahşet sahneleri o demokratik ABD ve Avrupa'nın gözü önünde cereyan etti. Merhum Alia İzzetbegoviç muhtemelen Avrupa değerlerinin bu aşırı propagandasıyla başına gelenlerin aşırı çelişkisini ifade etmek üzere 'Avrupa'da, bu zamanda, Srebrenitsa!' diyerek şaşkınlığını ifade etmişti.
'Bir daha asla' demelerine hiç bir şekilde güvenilemeyeceğini, Bosna'da yeterince gördük, bugünlerde çok daha iyi görüyoruz. Belki bir daha kendi başlarına aynı şeyin gelmemesi için, ama başka kimseye hiç bir yararı olmayan bir tedbir bu. Suriye'de ölü sayısının yüzbini bulduğu ve bu gidişle çok daha büyük sayılara varacağı bir vahşet sürecinden geçiyoruz. Avrupa ve Amerika için ölenlerin ne sayısı ve ne de nasıl öldüklerinin hiç bir önemi yok.
Aynı şeyi bugün Mısır'da da görüyoruz. Tarihinin kaydettiği en büyük demokratikleşme hamlelerini gerçekleştirmekte olan Türkiye'de bir ağaç için yapılan gösterilerde kullanılan biber gazından yaşaran gözler için Beyaz Saraydan tam 17 defa açıklama yapıldı, Avrupa Parlamentosu ise alelacele toplanıp Türkiye aleyhine oybirliğiyle karar aldı. Doğrusu demokratik değerler adına, polis şiddetine karşı dinamik görünen duyarlılık adına, insan hakları ve çevre duyarlılığı adına gurur duyulacak bir tablo. Bu duyarlılık varsa, başımıza bir şey gelmez, dünyanın hiç bir yerinde hiç kimsenin hayatı değersiz değildir demek. Hiç kimseye yapılan zulme artık seyirci kalmayacak bir dünyada yaşıyoruz demek. Ne kadar güzel, değil mi?
İyi de Suriye ve Mısır bu dünyanın bir parçası değil mi? Darbeye darbe diyemediniz de katliama katliam demenizi engelleyen şey ne? Suç ortaklığından başka ne olabilir?
Yaşadığımız dünyanın değerlerinin birileri için bir sermaye oluşturduğunun resmidir bu. O değerler ne kadar politik kazanç üretiyorsa o kadar dikkate değer oluyor.
Bu kadar çelişkili bir dünyanın allanıp pullanması, öyleyken böyle gösterilmesinde ciddi bir göz boyaması, illüzyon gerektiği açık. Darbeyi halkın taleplerine cevap, katliamı, hırçın ve gözünü iktidar hırsı bürümüş göstericilerin intiharı gibi gösterecek bir illüzyon.
Ne yazık ki, günümüzün medya dünyası bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Sözümona sanatçılar da göz boyayıcı medyanın ürettiği, parlattığı ve lüzumu halinde bu görev için işe koştuğu elemanlardan başkası değil.
Times dergisinde Başbakan Erdoğan'ı diktatör olarak sunan, yüzlerce aracı ve işyerini yakıp yıkan, ulusalcı-faşist eylemleri demokratik ifade hakkı kapsamında gö(ste)ren, olabilecek en rutin demokratik mitingin mükemmel bir örneği olarak Kazlıçeşmeyi de Hitler'in mitinglerine benzeten bir zihin gerçekten çok yaratıcı. Burada gerçekten sanat ve sanatçının günümüz siyasetindeki anlamı üzerine ibretlik bir manzara ile karşı karşıyayız. Sanatçının işi çirkin iktidar entrikalarında bu yüzeysellikte işlere koşulmaya indirgenmiş durumda. Dünyada halihazırda yaşanmakta olan onca gerçekliğe karşı bu kadar kör, sağır, duyarsız kalabilmek, buna mukabil Türkiye'yi bu şekilde okuyabilmek için sanatçı yaratıcılığına sahip olmak gerekiyor. Bu yaratıcılığın sanatı mümkün kılan bir meleke olması bir gerçekse de, insanlığa rehber oluşturacak bir yetkiye konuşlandırılması aslında kim ne derse desin o sanatçıların da bir tercihi değildir. Niyeyse sanatın da üstyapısal işlevi dolayısıyla Marksist bir analize itibar edesim var. Orada görülmesi gereken şey sanatçının hangi sermaye veya güç çevrelerinin hizmetinde olduğudur.