GÖKHAN ÖZCAN
Bütün cümleler bold karakterlerle kurulsun istiyor insanlar, normal karakterlere, hele italiklere kimsenin bakası yok. İddialı cümleler, haz veren ifadeler... Sadece yazana değil, okuyana da kendini iyi hissettiren, önemli hissettiren, az buçuk kahraman hissettiren ifadeler... Derin ya da entelektüel olmasa da öyle bir intiba bırakan, öyle gösteren kelime dizilimleri... Farkında olanı, temas edeni, aktaranı, altını çizeni, başkalarıyla paylaşanı tek hamlede derinlere ulaştıran, zirvelere çıkaran söz ürünleri...
Yani ne?
İşte bunlar, bütün bu afili cümleler, bu vurdu mu oturtan ifadeler, bu cesur haykırışlar, bu sivri itirazlar, bu duyarlı dokunuşlar... Bütün bu alengirli laflar, bu esaslı yardırmalar, bu çılgın çalımlar, bu ağır çıkarsamalar, bu bilgiç analizler, bu kıyak düşünceler, bu zeka gösterileri, bu sınırlı sorumsuz sloganlar, dünyanın çiğnenmiş bütün o sakızları...
Tamam ama, nasıl yani? Bunlar sadece sözlerimiz, konuşmalarımız, iddialarımız? Peki hayat? Hangi hayat bizim hayatımız? Hangi yaşamaklar doğruluyor bizi? Hangi pratikler gerçekliyor sattığımız teorik çalımları?
İşte bunlar, bütün bu dava replikleri, seminer tekerlemeleri, söz kabukları, anlam didiklemeleri, anlama kibirleri, anlatma acziyetleri, anlamaya aşina olamama vaziyetleri, öğrenmeme ısrarları, cahil cesaretleri, ukala cüretleri, ben yaptım oldu kolaycılıkları, sen ben bizim oğlan evrensellikleri, tıkanmalar ve tıkınmalar ve sonra ıkınmalar...
Bu muyuz biz? Bu mudur bütün biriktirdiğimiz? Bu mudur yere göğe sığdıramadığımız bütün cesametimiz?
Zamanın rüzgarları oraya buraya savuruyor, içten içe sinsice teğelliyor, oradan alıp şuraya dikiyor, bir güzel ütülüyor. Yani serbestçe değiştiriyor, dönüştürüyor, başkalaştırıyor, yabancılaştırıyor, bambaşka iklimlerin, yabancı mevsimlerin oyuncağı ediyor. Biz şişirdiğimiz bütün bu sakil cümlelerle durumu idare edebileceğimizi, postu kurtarabileceğimizi sanıyoruz, öyle mi? Büyük laflar ederek mi büyük insan olacağız, büyük insanlıklar sergileyeceğiz yani? Sormayacak mıyız hiç kendimize; 'Peki hayat? Nerede bu iddiaların donattığı hayat? Nerede bizi başkalarından daha hakikatli kılan o insanlık? Nerede bizi bu zamanın sinsice tuzaklarından, torna edici, ütüleyici hayat, zihin ve kalp alışkanlıklarından koruyan zamanlarüstü şuur?' diye... Çekmeyecek miyiz yani kendimizi bir kenara, yapışmayacak mıyız yakamıza, 'Nerede o esaslı insanlık, o kadim tasavvur?' diye...
Hiçbir iddianın aslı yoktur; ardında zamana dayanıklılığı test edilmiş bir yaşama kültürü, rotasını şaşırmayan bir ahlak, olgun bir davranış pratiği, zengin bir tasavvur, engin bir idrak, hakkaniyeti eğip bükmeden gözeten bir insan yoksa!
Sözden ibaret olamayacak, telaffuz edilmekle geçilip gidilemeyecek iddialar savruluyor dilimizden dünyaya. Yalanla yüzleşmeyi bıraktık; yalanın gerçekle karışık olanıyla, birazcık olanıyla ya da çok, pek çok, boydan boya olanıyla. Hayatı başkaları gibi yaşıyoruz çoğumuz, neredeyse hepimiz, başkaları gibi edilgen, başkaları gibi geri çekilmiş, mevzi kaybetmiş, eriyip gitmiş, vazgeçmiş sözünden, sözünün özünden... Hemen hemen her modern kadar modern, her tüketici kadar tüketici, her tüccar kadar tüccar, her dedikoducu kadar dedikoducu, her hesapçı kadar hesapçı, her kaçak kadar kaçak, her kendini seven kadar kendini seven, her kaybolmuş kadar kaybolmuş, her yalancı kadar yalan...
Bir iddialarımız var, bir de gündeliklerimiz... İlkini seslendiriyor, ikinciyi yaşıyoruz. İlki dilimizin insafını, ikincisi hayatımızın hakikatini acıtıyor.
Canımızın hiçbir yerde rahat edemeyişi bundan...
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/GokhanOzcan/canimizin-neden-hic-rahati-yok/39646