Aslında, cahiliye döneminde bilinen ve kullanılan on iki aydan birisiydi ramazan ayı. Kur’an’da “Haram Aylar” diye anılan ve Araplarca hürmet edilen, kan dökülmesi ve savaşılması yasak olan dört haram ayın (Zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) belli bir ayrıcalığı var idiyse de (Bakara, 197.), Ramazan ayının böyle bir özelliği yoktu. Onu değerli ve ayrıcalıklı kılan, insanlığa gönderilen son rehber kitabın bu ayda indirilmesi, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin bu ayda olması, temel ibadetlerden olan oruç farizasının bu ayda tutulması, teravih, mukabele, itikaf, iftar, sahur ve fıtır sadakası gibi en önemli sünnetlerin hep bu ayda yaşanmasıydı. Nasıl “Şerefü’l-mekan bi’l-mekîn” yani, bir mekâna şeref veren, orada yaşayan şerefli kimseler ise, aynı durum, zaman için de söz konusuydu. Son Peygamber (s.a.s.) Medine’ye teşrifiyle orayı nasıl “Medine-i Münevvere” yaptıysa, son kitap olan Kur’an’ın bu ayda inmesi de, sıradan bir ay olan ramazanı “Şehr-i Mübarek” yapmıştı.
On iki ay içinde, Kur’an-ı Kerim’de adı anılan tek aydır ramazan ayı. Yüce Allah sadece onu anmakla kalmamış, yukarıdaki ayetlerde onu aynı zamanda planlamıştır. İşte bütün bu ayrıcalıkları sebebiyle bizim kültürümüzde bu ay, “On bir ayın sultanı” olarak kabul görmüştür.
Allah Rasulü (s.a.s.) ramazan gün ve gecelerinde, bol bol Kur’an okur, hayır ve hasenatta bulunurdu. Cibril (a.s.), ramazan sonuna kadar her gece gelir ve Hz. Peygamber (s.a.s.) O’na Kur’an okuyup dinletirdi. (Buhârî, Savm, 7.) Ramazan gecelerini ihya eder, saatlerce sürecek şekilde teravih veya teheccüt namazları kılar, ashabını da buna teşvik ederdi. (Buhârî, Teheccüd, 5.)
Ramazanın son on gününe, ayrı bir önem verir, Mescid-i saadette itikafa girer, ibadet ve taatle meşgul olurlardı. Peygamberimizin bu uygulaması, vefat edinceye kadar devam etmiştir. Her yıl on gün itikafa girerken, vefat ettikleri yıl itikafları yirmi gün sürmüş; o yılki ramazanda Cibrîl (a.s.)’e Kur’an-ı Kerim’i iki defa arz etmişti. (İbn Mâce, Sıyâm, 58.)
Genç sahabilerden İbn Abbas, Rahmet Elçisi’nin ramazan ayında Kur’an ile olan sıkı ilişkisini çarpıcı bir dille tasvir eder. Onun anlattığına göre “Allah Rasulü, insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman ise, Cibril (a.s.) ile Kur’an’ı karşılıklı olarak okuduklarında gerçekleşirdi. O, yağmur yüklü bulutları getiren rüzgârlar kadar cömertti.” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1; Savm 7; Bed’u’l-Halk 6; Menâkıb 23; Fedâilu’l-Kur’an 7.)
İbn Abbas’ın bu rivayetindeki “karşılıklı Kur’an okuma” ifadesi metinlerde “yudârisuhû” , “yuâriduhû” , “ya’ridu aleyhi Rasûlullah” şeklinde farklı tabirlerle ifade edilmiştir. “Yudârisuhû” ifadesi, Cibril (a.s.) ile Hz. Peygamber’in karşılıklı olarak Kur’an çalışması; “yuâriduhû” ifadesi ise, Cibril’in Kur’an’ı Hz. Peygamber’e arz etmesi anlamına gelmektedir.
Merhum Kamil Miras bunu şöyle izah eder: “Önce Hz. Peygamber, Cibril’e okurdu, buna “arz” denirdi. Sonra aynı ayetleri bu defa Cibril (a.s.) okurdu ki, buna da “mukabele” denirdi.” (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, VII. 316.)
İbn Abbas rivayetinden anlaşılan Cebrail (a.s.) ile Rasulüllah (s.a.s.) arasında geçekleşen “Mukâbele”, aslında Kur’an’ın karşılıklı olarak korunmasına, ezberlenmesine ve anlaşılmasına yönelik bir çabaydı. Burada söz konusu olan şey, çok yönlü bir Kur’an çalışmasıydı.
Asırlardır bizde, geleneksel bir şekilde neredeyse her camide hem erkekler, hem de hanımlar bu “mukabele” sünnete uyarak ramazan boyunca Kur’an-ı Kerim’i hatmetmektedirler. Şüphesiz bu faaliyet, yediden yetmişe Müslümanların Allah’ın Kitabıyla buluşmaları adına oldukça sevindirici bir durumdur. Fakat itiraf etmeliyiz ki, genel itibarıyla bu gayretin altında yatan asıl sâik, daha çok Kur’an-ı Kerim’i okuma, dinleme ve hatmetme sevabına erişme arzusudur.
Oysa Cebrail (a.s.) ile Rasul-i Ekrem arasındaki karşılıklı okumalarda “okunma” kadar “anlama” da söz konusuydu. Zira Kur’an, anlaşılması ve uygulanması için gönderilmişti ve burada asıl olan, Yüce Allah’tan gelen emir ve yasakların anlaşılması, ilahî öğütlerin öğrenilmesiydi. Anadili Arapça olanlar elbette anlayışları, kavrayışları nispetinde ilahî mesajları kavrayabilmekteydi. Halbuki okunan ayetlerin, farklı dilleri konuşanlar tarafından anlaşılabilmesi için apayrı bir çaba sarf edilmesi gerekmekteydi. Bu, ya Arapçayı öğrenmek, ya da tercümelere veya tefsirlere başvurmak şeklinde mümkündü.
Bu sebeple, mukabele sünnetinin asıl amacına uygun bir şekilde yerine getirilebilmesi için, ya okunan cüzün hemen ardından tercümesinin de okunması yahut en azından o cüzden bazı ayetlerin seçilerek dinleyenlere anlatılması gerekecektir. Bu, cüz okuyan her hafızın rahatlıkla yapabileceği kadar kolay, Kur’an’ın gönderiliş amacını dikkate almak kadar önemli bir faaliyettir. Böylece hem okuyanlar, hem de dinleyenler ve takip edenler, o cüzde okunan ayetlerin içeriğinden haberdar olacaklar ve gereğiyle de amel etmeye gayret edeceklerdir. Bu sayede Mukabele, maksadına uygun bir şekilde gerçekleştirilecek ve daha da “anlamlı” hale gelecektir.
Aynı faaliyetin kürsülerde vaizler tarafından da yapılması son derece yararlı olacaktır. Her cüzden seçilecek farklı üç-beş konudaki ayetlerin cemaate açıklanması şeklinde yapılacak bir vaaz birkaç yönden önem arz etmektedir.
• Öncelikle okunan bazı ayetler anlaşılmış olacaktır.
• Tek bir konuyu uzun uzadıya anlatmak yerine, birkaç farklı konu üzerinde durmak, dinleyicinin dikkatlerinin tazelenmesine ve vaazın daha rahat dinlenmesine yardımcı olacaktır.
• Ramazan boyunca 29-30 konu işleneceğine, imandan ibadete, ahlaktan muamelata, tarihten geleceğe kadar yüzlerce konunun işlenmesi sağlanacaktır.
• Belli ayetlerin seçilmesi, dinleyenlerin dikkatlerini o gün okunan cüze çekecek ve belki de daha geniş okumalar için tefsirlere müracaatı gerektirecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder