27 Aralık 2016 Salı
Eskici / Refik Halit Karay
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen...
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Refik Halit Karay
8 Eylül 2016 Perşembe
Babama Mektup 2 /Zehra
Sevgili babacığım,
Ramazan'dan sonra Kurban'a da erişiyoruz, ve sensiz geçecek olan ikinci bayram babacığım.
Kendimi bildim bileli yanındaydım Kurban bayramı sabahları, küçükken izleyerek yanındaydım, büyüdüğümde yardım eder olmuştum ailenin diğer fertleriyle birlikte. Özellikle yanında götürürdün bizi. Her şeyi öğretmiştin bize. Tüm hazırlık aşamalarını ve sonralarını.. Geceden sabaha tesbih çekerek, namaz kılarak hazırlanırdın. Sabah bayram namazı sonrası eve gelir ve malzemelerini alıp hep birlikte güzel kurbanın yanına giderdik. Kurbanların olarak giderdik yanında.. Birkaç gün öncesinde alıp beslediğin sevdiğin kurbanların seni gördüğünde şaşırmazdı. Ama eğer kalabalık bir ortamda kurbana gittiysek, sana yardıma geldiğimizi gören aynı bahçedeki diğer insanlar bize şaşırırlardı. Kesim aşamasında onlar kenarda bekleyebileceğimizi söylediklerinde bizim yardım için geldiğimizi söylerdin, kenarda durdurulmamıza müsaade etmezdin. Sana kurbanı yüzerken, parçalara ayırırken yardım ettikten sonra, bilmeyenleri, yapamayanları gördüğünde, onlara yardım edelim diye bizi gönderirdin.
Senin kadar güçlü değildik, bıçağı elimize alamadık belki ama yardımcıların olmaktan onur duyduk her zaman.. Dualarla yatırırdık kurbanı. Anneannem mendilini çıkarır gözlerini bağlardı yerde yatmakta olan kurbanın. Hepimiz elleri onun üzerinde olurdu, kalp atışlarımız aynı ritmi bulurdu. Hep birlikte tekbir getirirdik ve sen o güzel gözyaşlarına bizimde gözyaşlarımızı katarak kurban ederdin, kurban etmekle şereflenirdin.. Ömrün boyunca o kadar çok şereflendin ki, inşallah tüm kurbanların seni karşılayacaktır gittiğin yerde, misliyle, Rabbimin vadettiği gibi..
Biz geride kalan kurbanlıklar babacığım, ağlıyoruz ve kurban etmeye çalışıyoruz bizi iman yolunda zayıflatan tüm şeyleri! Rabbim yardımcımız olsun diyerek..
Rabbim mekanını cennet eylesin, merhametine mahsar olan muttakilerden eylesin, dualarım seninle babacığım
Rüyalarıma geldiğin için teşekkürler
Ve yine rüyalarda görüşmek ümidiyle
Allah'a emanet ol
Sevgi ve muhabbetlerimle
Zehra
Not: Arkadaşların bizi arayıp "Babanızın bize emanetisiniz. Bayram sabahı kurbanınızı kesip size getirmek bizim vazifemizdir." diyor.. Ne güzel dostların var, yokluğunda bile varlığını hissettiren..
25 Haziran 2016 Cumartesi
Babama Mektup 1/ Zehra
Sevgili babacığım,
O çok sevdiğin Ramazan ayına kavuştuk ve son on güne girmek üzereyiz. Burada olsaydın eğer, ömrünün yaklaşık kırk senesinde gerçekleştirmiş olduğun ibadet için hazırlıklarını tamamlamış ve bize veda edip itikafa girmiş olurdun bile. Bizse bu sene 'Uçakta çok dua etmelisiniz!' öğüdüne mukabil, yapacağımız uçak yolculuğunda gireceğiz ittikafa inşallah, annemle beraber.
Geçtiğimiz Ramazan ayı Medine'de peygamberimizin yanında girmiştin itikafa. Umarım şimdi de onun yanındasındır. Sen O'nu çok severdir hemde çok. Onun merhameti, güler yüzü, şefkatli babalığı, helal rızka verdiği önem sana da zuhur etmişti. Biz buna şahit olduk babacığım.
Elhamdulillah ki Rabbim bana seni ne kadar çok sevdiğimi defaatle söyleme, sana sarılma, bol bol muhabbet etme fırsatı verdi. Tabi ki yetmedi ama buna da şükür, buna da hamd olsun.
Sen gideli kimi zaman çok vakit geçmiş gibi kimi zaman da hiç vakit geçmemiş gibi. Hayat epey yoğun ve meşgalelerle sürüyor, senin de bildiğin gibi.. En çok geceleri, ölüme yaklaştığım anlarda özlüyorum seni ve hayatın bir nebzede olsun durulduğu seher vakitlerinde. Sonra aklıma geliyor, sabah namazlarına gidişlerimiz, eve döndüğümüzde hemen uyumak yerine dakikalarca süren muhabbetlerimiz, ne kadar dikkat etsek de sessiz olmaya öyle güldürürdün ki, ev halkı uyanır onlarda muhabbete katılırdı sırayla :)
Kirazlar çoktan çiçek açtı baba ve meyvesini verdi bile. O güzelim bahçenden, yaşına aldırmayıp severek ama meşakkatle topladığın ve üstüne üstük tabağa koyup, yıkayıp önümüze getirdiğin kirazlar aklıma geliyor. Kiraz yemekte zorlanıyorum artık baba. Sen buradayken olan kirazlar aynı kirazlar değil sanki. Ah baba ne çok severdin yedirmeyi ve bizi yerken izlemeyi.
Saç sakal tıraşını yapmamızdan ne de memnun olurdun. Elhamdulillah ki bana da nasip oldu öğrenmek ve seni memnun etmek. Ne güzel giyinirdin, sık sık hediye etsen de onları ne güzel kokuların vardı ve bizim başörtümüzden çok takkelerin vardı. Bunu söylediğimizde gülerdin :). Sonra elinde takkelerinle gelip "Bu mu yakıştı yoksa bu mu diye?" soruşların.. Sen her halinle çok yakışıklıydın baba, sen çok güzeldin.. Güzel bakışını özledim baba, güzel sesinle şarkı söylemelerini özledim, Türk Sanat Müziği söylemeni ve sana kitap okumayı özledim.
Ne çok benzetirdin kendini bana, merhametli bir annenin ve merhametsiz bir babanın çocuğu olarak. Bense her seferinde yanıldığını izah etmeye çalışırdım sana. Sen beş yaşında anneni kaybetmiştin ama benim annem vardı yanımda ve ben merhametli bir babaya sahiptim çok merhametli, literatürde dedem olsa da. Ve ben bu nimetin şükrünü eda edememekten korkuyorum hep baba.
Seni çok özlüyorum baba. Evin kapısına her anahtar girdiğinde sanki sen açacakmışşın gibi, kapının arkasında sen varmışsın gibi hissediyorum ve kalp atışlarım hızlanıyor ve hüzün kaplıyor kalbimi sonra.
Baba, anlatamıyorum derdimi. Aslında anlatmaktan utanıyorum, hiç babasını görememişlere, küçük yaşta kaybetmişlere, savaşta bırakmışlara. Yine onlar beni anlayacak olsa da anlatamıyorum ve gözyaşlarımı saklıyorum..
Korkuyorum baba, Rabbim'in sevgili kulu olamamaktan, ahirette peygamberimizle, seninle buluşamamaktan korkuyorum. Dua ediyorum, hep dua ediyorum..
Son olarak bu dünya sahnesinde ki kapanış perdesini muhabbet ederek yapmış olmanın hüzünlü mutluluğuyla.. Meğer Hz. Azrail'in evimize gelişene son saatler kalmış. Ben o gün dernekten dönmüş günün yoğunluğunu, biriken işleri toparlayışımı, Emirsultan'dan aldığım havadisleri anlatırken sana, sen de o esnada elini kaldımış yüzümü, saçlarımı seviyordun, okşuyordun. Bense içimde yaşadığım sevincin, coşkunun o anı bozmaması için kaldığım yerden anlatmaya, normal bir şekilde devam etmeye çalışıyordum. Sonra seni daha fazla yormamak için susmuş ve elini yanağımdan alıp yanına koymuştum hani.. Meğer veda ediyormuşsun bana. Meğer ne güzel bir hediye vererek veda ediyormuşsun..
Baba sensizlik çok zor, kimi zamanlar çok daha zor. Baba çok özlüyorum seni. Ne anlatmakla bitirebilirim sevgimizi, muhabbetimizi, anılarımızı ne de yazmakla..
Rabbime şükürler olsun seni yarattığı için, iyiki vardın, iyiki ben senin kızındım, torunundum, tomurcuğundum..
Rabbim mekanını cennet eylesin, merhametine mahsar onal muttakilerden eylesin..
Çok özlediğin peygamberine, annene ve dostalarına kavuşmuşsundur inşallah
Dualarım hep seninle babacığım
Rüyalarda görüşmek ümidiyle
Allah'a emanet ol
Sevgi ve muhabbetlerimle
Zehra
Not:Yastığımın altında takken, Kuranı Kerimin arasında bahçenin dökülen gül yaprakları, kitaplıkta duran gözlüklerin ve tespihin, yüreğime çokça dokunuyor elhamdulillah..
22 Nisan 2016 Cuma
سورة الضحى
DUHA SURESİ
Kasem ederim duhaya (Güneş’in dünyayı aydınlatmaya başladığı saatlere),
Sükûnet vaktinde geceye ki,
Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı!
Elbette sonsuz gelecek yaşam senin için şimdikinden hayırlıdır.
Elbette Rabbin sana verecek de razı olacaksın!
Seni bir yetim bularak barındırmadı mı?
Seni dall bulup da hakikate erdirmedi mi?
Seni hiçbir şeyin yok iken bulup da zenginliğe kavuşturmadık mı?
O hâlde, yetime hor bakma!
İsteyeni, soru soranı sakın azarlama!
Rabbinin nimetini, dillendir!
~~~
AD-DUHAA (THE MORNING HOURS)
By the morning brightness(1),
And [by] the night when it covers with darkness(2),
Your Lord has not taken leave of you(3),
[O Muhammad], nor has He detested [you](4).
And the Hereafter is better for you than the first [life](5).
And your Lord is going to give you, and you will be satisfied(6).
Did He not find you an orphan and give [you] refuge?(7)
And He found you lost and guided [you](8),
And He found you poor and made [you] self-sufficient(9).
So as for the orphan, do not oppress [him](10).
And as for the petitioner, do not repel [him](9).
But as for the favor of your Lord, report [it](10).
~~~
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)