Sohbetleriyle bize zerafeti, asilliği, tevazuyu, ilmi ve güzel ahlakı hattırlattıkları için çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.
3 Aralık 2018 Pazartesi
14 Kasım 2018 Çarşamba
Ey hıyanetten de daha zalim olan merhamet! / Odo de Deuil
"Merhamet ihanetten daha zalimdir!...'' 2. Haçlı Seferi sırasında komutanları tarafından ölüme terkedilen binlerce Haçlı askeri kara yoluyla Antakya''ya gitmek üzere yola koyuldular. Yolculuk sırasında geriye kalan aç, susuz, yorgun, yaralı, bineksiz ve hayattan ümidini kesmiş olan Haçlı kuvvetleri sonunda Selçuklu ordusu tarafından çepeçevre kuşatıldı. Kılıç sallayacak, mızrak savuracak dermanı dahi kalmamış bu güruh artık Selçukluların eline düşmüştü. Selçuklular isteseler hepsini kılıçtan geçirebilirlerdi ama yapmadılar. Çünkü savaşın nerede başlayıp nerede bittiğini çok iyi biliyorlardı. Bunu bilebilmek için binlerce sayfalık yasalara, hümanist fikirlere, uluslararası yaptırımlara ihtiyaçları yoktu. Kendi kralları tarafından kaderlerine terk edilmiş ve dindaşları olan Bizanslı halktan da yardım görememiş olan Haçlıların, Selçuklulardan gördüğü bu muamele karşısında, aralarından tam 3 bin kişi Müslümanlığı seçerek Selçuklu saflarına katıldı. 2. Haçlı Seferi''ne Fransız kralının yanında bizzat katılan Fransız Din adamı Odo de Deuil bu durumu sefer sırasında tutmuş olduğu kayıtlarında gözü yaşlı bir şekilde ve şu sözlerle ifade etmiştir: ''Ey hıyanetten de daha zalim olan merhamet! Müslümanlar, Hıristiyanlara ekmek vererek dinini satın alıyorlar. Bununla birlikte Türkler onları Müslüman yapmak için herhangi bir baskı ve zorlamada bulunmuyorlardı.'' (Derin Tarih 2014 Ekim)
Fatih Camii
29 Eylül 2018 Cumartesi
Huri / Zehra
Dünyayı gezmek güzel de asıl mesele arkadaşların, dostların gönül dünyalarını gezebilmekte.. O dünyalardaki; Karester yaylasında kuymaklar hazırlanıp yenilir, Sultan Murat yaylasında cuma namazı kılınır, küçük bir bulut görünür, siz onu tek sanırsınız ama o arkasından tüm eşi, dostu, ahpabı toplayıp gelir, coğrafyanın kader olmasının yanısıra coğrafyanın karakter olduğunu da görürsünüz, camiden çıkan dedenin sizin gözünüzden nereli olduğunuzu tahmin ettiğinde oralı olmasanızda artık o andan sonra oralı olmak istersiniz, sizin memlekette misafir oldugunuzu öğrenen dede hemen evine yemeğe davet eder ve siz bu ne güzel bir yürek dersiniz, dünyalara dünyalar akrabalara akrabalar katılır ve siz bir günde Erzurumlu olabilirsiniz, Nene hatun neneniz olur, Doğu Anadolu topraklarına geçtiğinizde bile kendinizi hala Karadenizde sanabilirsiniz, sırtınıza sepet, kucağınıza kedi ve elinize elmalar, karpuzlar, domatesler verilir, fındık topluyor gibi yaptırılıp fotoğrafınız çekilir, bir günde dört mevsimden fazlasını yaşayabilirsiniz, heyecan ve umutla görmeyi beklediğiniz yaylaları göremediğinizde bile mutsuz olmazsınız, vatanınız için çokça şükredersiniz, o gönül dünyalarındaki başka dünyaların 170 sene önce yaptıkları ahşap evlerde size horon teptirilip, halay çektirilip, şemmame oynatılır ve evin yaşlı hanımları siz durduğunuzda sizi oynamaya teşvik edip sonrasında gülümseyerek sizi izlemeye devam eder :) Yani öyle bir gönül dünyasıki anlatmakla bitecek gibi degildir.. Ve yayladan dönüş yolunda ela ela mesela, sen yaylaya çıkmazsan, dağlar çiçek açar mi Huri :) dersiniz..
Sultan Murat Yaylası / Doğu Karadeniz
20 Temmuz 2018 Cuma
Jusmin / Zehra
Bir çadır, bir yolcu.. Gün doğumunda yüzmeden, gece dayanabileceğin son noktaya kadar muhabbet etmeden, sahilde yürümeden, pazardan alışveriş etmeden, şavurma yemeden, limonata içmeden, irmik helvalı dondurma yemeden, hatır için Türk kahvesi içmeden, çekirdek çitlemeden, gülmeden, hüzünlenmeden ve nicesi olmadan yolcu edemezdik seni.. Yolun açık olsun, dualarımız seninle Sevgili Jusmin Kasamara Sornsawan :)
Türkiye ve Tayland
27 Mayıs 2018 Pazar
Allah'ın Evi'nde Yaşamak / Zehra
Babam sık sık hasta ziyaretleri yapan bir insandı. Vefaatından sonra onun ziyaretlerini bıraktığı yerden biz sürdürmeye çalışıyoruz. Anneannem sağlığında mahallemizde ki yaşlı, dul, engelli komşularımızı iftara davet ederdi. Şimdi biz bu davetleri vermeye çalışıyoruz.
Zeyniler'de, beyi uzun zamandır hasta olan ve son üç dört yıldırda tamamen felç olan, onun bakımıyla hiç çocukları olmadığı için kendi ilgilenen yaşlı bir Seher teyzemiz var. Babam, beyi için sağlıklıyken anlaşması kolay bir amca olmadığını söylerdi, Seher teyze içinde "Bu hanım cennetlik bir hanım." derdi. Geçtiğimiz günlerde davet ettik iftara. Anneme "Kızım artık ancak sabahları amcan uyurken dışarıdaki işlerimi hallediyorum, onun dışında da dışarı çıkamıyorum çünkü yanında olmayınca üzülüyor." demiş. Annem de "Tamam o zaman siz birşey hazırlamayın akşama, biz hazırlayıp getirelim size." demiş. Beni bu durumdan haberdar etti. Sonrasında bende yemekleri hazırlayıp Seher teyzeye götürdüm. Yine güler yüzüyle açtı kapıyı, içeri buyur etti, "Zahmet ettin oruçlu oruçlu" dedi. Mukabeleyi artık evde televizyondan takip ettiğini söyledi ve ekledi "Ne güzel Ramazan öyle değil mi, televizyonda, sokaklarda hep bir sevinç." Hal hatır sorma faslı, annemin umreye gideceği, anneannemle bizim burda kalacağımızı,herkezin iyi olduğu konuşulduktan sonra, "Rabbim sana da nasip etsin inşallah" dedi. "Amin" dedim. Sonra amcaya selam verdim, derken kapıda onun hayır duaları eşliğinde vedalaştık.
O akşam rüyamda Kabe'nin önündeydim. Çevresi çok kalabalık değildi, hatta sakindi. Kapı açıldı buyur içeriye yemeğe dendi. Ben içeri girdim, içeride birkaç kişi daha, yemek yemekten çekindiğimi gören bir kişi buyur dedi tekrar, ben yemek yerken çevremdeki duvarlara da bakmaya başladım. Ve Kabenin içindeki bir duvarın tıpkı Seher teyzenin yaşadığı apartmandaki, merdivenlerden çıkarken karşılaştığım ilginç bir şekilde örülmüş olan duvarın aynısı olduğunu farkettim. Uyandım ve dedim "Ah Seher teyze, sen Zeyniler'de o apartman dairesinde yaşadığını zannediyorsun, ama aslında Allah'ın evinde yaşıyorsun."
Son üç gün içinde, sebepler dahilinde annemin yol arkadaşı değişti. Tüm görevlilerin, olmaz, artık çok geç, çok zor hatta imkansız demesi üzerine, Allah nasip etti ve bu gece annemle beraber umre yolcusuyuz inşallah. Belki Seher tezenin duası, o güzel bakışıydı, nazarıydı kabul olan. Allahu alem..
Planlarımız, çabalarımız herşey Rabbimizin elinde. Bazen olmuyor dediğimizde oluyor, bazen oluyor dediğimizde olmuyor. Netice de Rabbimizin takdiri oluyor.
Rabbim, niyetlerimizi halis olan niyetlerden eylesin.
"Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O´ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!" (Fecr Suresi 27-30)
dediği kullardan olabilmek duası ile..
Zehra
Fotoğraf: Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı koridorunun duvarından
23 Mart 2018 Cuma
İncitme
Hazer kıl kırma kalbin kimsenin canını incitme
Esir-i gurbet-i nalan olan insanı incitme
Tarik-i ışkda bi-çareyi hicranı incitme
Sabır kıl her belaya hâne-yi Rahman’ı incitme
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i âlem-i zî-şanı incitme
Elin çek meyl-i dünyadan eğer aşık isen yare
Muhabbet camını nuş et asıl Mansur gibi dare
Misafirsin felek bağında bendin salma efkare
Düşersin bir belaya sabrı kıl Mevla verir çare
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zi-şanı incitme
Bulaşma çark-ı dünyaya vücudun pak-tahirken
Güvenme mal u mülk ü mansıbın efnası zahirken
Nic’ oldu mali Karun’un felek bağında vafirken
Nedir bu sendeki etvar-ı dert gönlün misafirken
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme
Hasislikden elin çek sen cömerd ol kan-ı ihsan ol
Konuşma cahil-i nadan ile gel ehl-i irfan ol
Hakir ol alem-i zahirde sen ma’nada sultan ol
Karıncanın dahi halin gözet dehre Süleyman ol
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme
Ben insanım diyen insana düşmez şad’u handanlık
Düşen bî-çareyi kaldırmadır alemde insanlık
Hakikat ehlinin hali durur daim perişanlık
Bir işi etme kim gelsün sana sonra peşîmanlık
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i cilem-i zî-şanı incitme
Ehl-i irfanım deyü her yerde bendin atma meydana
El elden belki üstündür ne lazım uyma şeytana
Yakın olmak dilersin Hazret-i Hallak-ı ekvana
Cihanda tatlı dilli olması lazımdır insana
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme
Celîs-i meclis-i ehl-i hakikat ol firar etme
Heva-yı nefsine tabi’ olan yerde karar etme
Tekebbürlük eden insana asla i’tibar etme
Sana cevr ü cefa ederse bir keş inkisar etme
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme
Vefası var mıdır gör kim sana bu çarh-ı devranın
Eser yeller yerinde hani ya taht-ı Süleyman’ın
Yalınız adı kaldı alem-i zahirde Lokman’ın
Geçer bir lahzada ru’ya misali ömrü insanın
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem-i zî-şanı incitme
Sana bir faide yokdur bilirsin halk-ı gıybetden
Gözün aç alemi bir bir geçersin çeşm-i ibretden
Zarar gördüm diyen gördün mü sen ehl-i mehabbetden
Yeme kul hakkını korkar isen rüz-i kıyametden
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme
Hakikat bahrinin gavvası ol terk-i mecaz eyle
Çıkar ha alma mazlumun ahın seni i’tiraz ile
Çehil semt-i Habîb’e ey gönül azm-i Hicaz ile
Yüzün tuk hak-i payine hemen arz-ı niyaz ile
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme
Gönül ayinesin silmek gerekdir kalb-i agahe
Muhabbet şems-i dogmuşken ne lazım mihr ile mahe
Ne müşkil hacetin varsa heman arzeyle Allah ‘e
Der-i Mevla dururken bakma LÜTFÎ başka dergahe
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme
Günahkar olma fahr-i alem- zî-şanı incitme
Alvarlı Efe Hazretleri
7 Ocak 2018 Pazar
Adaletsiz takvâ mümkün müdür? / Metin Karabaşoğlu
Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.
Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.
Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)
Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.
Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.
Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkan karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.
Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.
Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.
Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.
Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.
Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)
Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır, ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.
Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”
Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.
O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…
Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.
Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)
Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.
Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.
Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkan karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.
Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.
Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.
Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.
Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.
Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)
Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır, ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.
Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”
Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.
O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…
1 Ocak 2018 Pazartesi
Namazını Koruyanlar / Zehra
Namaz; uykudan hayırlıdır, muhabbetten hayırlıdır, alışverişten hayırlıdır, yolculuktan hayırlıdır, ders çalışmaktan hayırlıdır, sosyal medyada vakit geçirmekten hayırlıdır, kendinden alıkoyabilecek her şeyden hayırlıdır..
"Namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar." (Ankebut Suresi 45)
Ve Mearic Suresinin 34. ayetinde "Namazını koruyanlar," Saffetüt Tefsir, Sabuni tefsiri:
"Yani onlar, namazın şartlarına riayet eder ve âdabına sarılırlar. Özellikle namazda huşu' içinde bulunur, tefekkür eder ve Allah'ın kontrolü altında olduklarını düşünürler. Aksi takdirde yapılan iş, bir takım şeklî hareketlerden ibaret olur ki, kul bunun meyvesini toplayamaz. Çünkü namazın faydası, kişiyi haramlardan alıkoymaktır: "Kuşkusuz namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar"[Ankebut Suresi 45] Namaz, İslâmın direği olduğu için, bu konu durmadan vurgulanmıştır. Bu iyi ve övülen amellerin başında ve sonunda namaz zikredilmiştir ki, kişi, İslâmın binasını oluşturan rükünler içinde onun mertebesini öğrensin.[İbn Kesir şöyle der: Yüce Allah söze, namazı zikrederek başlayıp yine onu zikrederek sözü bitirdi. Bu, namaza verilen önemi ve onun şerefinin yüceliğini gösterir. Bkz. Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/550] Kurtubî şöyle der: Yüce Allah başlangıçta, mü'minlerin, "Onlar namazlarına devam edenlerdir" şeklindeki vasıflarını zikretti. Sonunda da, "Onlar namazlarını koruyanlardır" buyurdu. Devam ile muhafaza farklı şeylerdir. Onların namazlara devamı, onu edaya devam etmeleridir. Onlar namazı bırakmaz ve hiçbir şey sebebiyle namazdan alıkonmazlar. Mü'minlerin, namazı korumaları ise, namaz için güzelce abdest almaya, onu vakitlerinde kılmaya, rükünlerini tam yapmaya, sünnetleri ve âdabı ile en mükemmel şekilde eda etmeye ve kötülükler işlemek suretiyle sevabının boşa gitmesinden onu korumaya riayet etmeleridir. Devam, namazın bizzat kendisi; muhafaza ise, namazın halleri ile ilgilidir."
Ve T.J. Winter (Abdülhakim Murad) 'ın Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak Kitabı'nın 75,76,77. sayfaları: "Namaz sırasında İlahi huzurda oluşan odaklanma, bizim eşyaya bakışımızı değiştirir ve dönüştürür. Namazın sonunda Kabe'den başka yere dönmeden önce, kulaklarımızda hala çınlayan içimizdeki o sözü sağa ve sola söyleriz: 'es-salamu aleyküm'. Zarif ve kadim kutsal merkezle kurduğumuz bağlantı, diğer zamanlarda bize değişmiş bir tavır kazandırır. Kuran-ı Kerim "Namaz, fahşa ve münkerden [aşırılıklardan ve çirkin şeylerden] alıkoyar." buyurur. Yani namaz güzel bir şekilde, huzur halinde -zihin ve ruhun huzur-u ilahide olduğu bilinci kavrandığı bir halde- kılınırsa, sair davranışlarımız safileşecektir. Bayağı tavırlar, kaba dil, başkalarına şefkatten mahrumiyet gibi şeyler, bizim namazı doğru kılmadığımızın, manaların kaynağına tam olarak odaklanmadığımızın kesin delilleridir."Abidin ibadeti, ancak ettiği ibadetin şuurundaysa muteberdir."
"Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir." Bu, bir hadistir. Biz hakikaten Allaha'ın yeryüzündeki vekil ve temsilcileri, yani halifeleriyiz. Ama ne zaman? Firavuni kibir ve muhalefet sembolü başlarımız kararlılıkla eğildiğinde: kalp baştan daha yukarıda olduğunda."
Fotoğraf: Bursa Ulu Camii
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)