'Abla bizim yola çıkmamız lazım artık!' dedi. 'Olur.' dedim. Ömer Ankara'dan Diyarbakır'a Güney Kurtalan Ekspresi biletlerini aldı ve bizim bir tren ve kara yolu hikayemiz başlamış oldu. Bu hikayeyi farklı kılan ise bu seyahatin birbirleriyle 21 sene sonra tanışan bir abla kardeşin, tanıştıktan otuz ay sonra beraber ilk uzun seyahati olmasıydı ve 3 Eylül'de Ankara Garda buluşulup yola çıkıldı, 11 Eylül'de ise veda edildi.
Gidişimiz rötarla birlikte 26 saat sürdü. Gün aydınken zamanımız kafeterya bölümünde konuşmasından Diyarbakırlı olacağını tahmin ettiğimiz altmışlı yaşlarında, esmer, kısa boylu, güler yüzlü, ağzında birçok dişi olmayan bir amcanın masasında misafir olarak geçti. Boş masa yoktu ve biz tek başına oturan birkaç kişiden o amcaya sormayı tercih ettik 'Yanınıza oturabilir miyiz? diye. Buyur etti. Neredeyse tüm yol boyunca birlikte oturduk. O küçük siyah çantasından kağıtlar çıkarıp notlar alıp, tuşlu telefonundan aramalar yapıp bilmediğimiz dillerde konuştu. Bildiğimiz dilde hastahaneden cerrahi bölümünden randevu aldı. Telefonun diğer tarafındaki hanımın anlayabilmesi için tane tane konuşmaya çalıştı, güzel bir üslupla. Yiyeceğimizden ikram ettik, çatalla börekten aldı ve peçetesinin üzerine koyup yedi. Geri kalan zaman diliminde Ömer'le neredeyse durmadan konuştuk, özel ve genel konuları ve konuşmalarımızı duymasından hiç rahatsız olmadık. O kimi zaman telefonuna bişeyler kaydetti kimi zaman çay içip camdan manzarayı seyretti. Akşam yemeğine yakın bir masa boşaldı ve müsade isteyip oraya geçtik. Sonrada koltuklarımıza döndük. Işıkların hiç sönmediği, istasyonlarda yolcu alınırken heyecanın ve gürültünün yaşandığı, yanlış trene bindiklerini koltuklarında hali hazırda oturanları, uyuyanları gördüklerinde anlayan ve tren hareket etmeden hemen inebilenlerin, yaşlısından gencine, annesinden çocuğuna bütün koltukların dolu olduğu, konuşmaların güldürdüğü, sanki radyoyu açık unutmuşuz ve yorgunluktan kalkıp kapatamamışız gibi bir gece yaşandı. Kimi zaman Ömer benim dizimde uyudu kimi zaman ben onun dizinde uyudum. Gün içinde kıblemiz hep aynı yöneydi, iki vagon arası boşlukta ki kapı yönü.
Gün ağardıktan sonra kafeteryaya geri döndük. Kalan yolluklarımızı yedikten sonra bizi çeken iki lokomotifle Diyarbakır'a ulaştık. Rümeysa ve Zehra bizi Diyarbakır Garı'ndan aldılar, heyecanlı bir karşılamayla.. Öğlen kahvaltısı ve biraz dinlenmeden sonra yola çıktık ve Eğil'e vardık. Eğil'e gitmek Zehra'nın fikriydi. İyiki bu teklifle gelmişti. Dicle nehrinin yanında, peygamberler şehri olarak bilinen, beş medeniyete ev sahipliği yapmış, kral mezarlarının olduğu bu yere ikindiden sonra vardık. Nehirde kayıkla gezmek, kürekleri çekenin anlattıkları, sizin köyünüz nerede dediğimizde gülümseyerek 'Şu an üstündeyiz.' demesi, baraj yapımıyla sular altında kaldığını anlamamız.. Eğil'e girerken Rümeysa tepeleri görüp çıkmak istemişti. Yolu birtürlü kestirememiştik. Sonra bizi kayıkla gezdiren beye sorduğumuzda çok kolay olduğunu söyledi ve biz oraya, Asurlulardan kalma kaleninde parçalarının olduğu tepeye çıktık. Akşam ezanı okunmuştu. Ömer'in imamlığında tepede kalenin kalıntıları arasında akşam namazımızı kıldık. Akşam Diyarbakır'a döndüğümüzde acıkmış olan karnımızı ciğerle şenlendirdik. Sonra arabaya dönmeden önce Diyarbakır sokaklarında yürümeye başladık. Şurası neresi acaba, buraya giriliyor mu, kapısı açılıyor mu derken biz restorasyonu tamamlanmış kilise ve hanların içinde kafeteryalar, dükkanlar gördük. Postaneyi ararken dört ayaklı minarenin önüne çıktık ve dönerek herkes kendi duasını yaptı, hep birlikte amin dedik.
Sabah Zehra'ya veda ettik ve sabah namazını kılmak için Diyarbakır Ulu Camii'ne gittik. Camii'de ışıklar yanmıyordu. Rastladığımız amca namazın kılındığını söyledi. Ne cami açıktı ne de hava aydınlanmaya başlamıştı. Cami avlusundaki havuz ve şadırvan arasında kalan çardakta, her iki ucunda birer adamın uyuduğu halının üstünde, tekrar Ömer'in imamlığında sabah namazımızı kılıp yola koyulduk. Rümeysa'nın uyuduğu bizim sohbet edip müzik dinlediğimiz bir yolculukla Urfa'ya vardık ve tiritle güne başladık. Ve yine yeniden Urfalı olmuştuk. Rümeysa yine bizim çoktan gözümüzü ve karnımızı doyurmaya başlamıştı.
Urfa'nın Eyyubiye ilçesinin sağlık ocağında misafir edileceğimiz hiç aklıma gelmezdi ama oldu ve biz orda Rümeysa tarafından bize özel hazırlatılan lezzetlerle kahvaltı da yaptık öğle yemeğini de yedik. Rümeysa'nın güzel çalışma arkadaşlarıyla tanıştık.
Urfa içi ziyaretlerimizi yapmaya başladık. Heryeri taş olan müzelerde, Ömer'le çağlardan çağlara birkaç dakika içinde, on bilemedin on beş adımla geçebiliyorduk. Tıpkı bizim tanışmamız sonrasında olduğu gibi.. Biz bunu mucizevi bir şekilde kendi hayatımızda da yapabilmiştik. Rümeysa'nın gitmek için Ömer'i beklediği yerlerden olan, Selçuklu medreseleri tarzında inşa edilmiş, Şeyh Mesud Türbesin'e ziyaretimizi yaptıktan sonra bahçesinde kubbeye uzanan ağacın gölgesinde gelecek günlere dair planlar yaptık. Sonra da Urfa'yı yukarıdan seyre daldık.
Urfa'dan günü birlik bile ayrılmak zor olsada Antep bizi çağırıyordu ve biz otobüsle Gaziantep'e geçtik. Beyran içtikten sonra Kurtuluş Camii'nde dinlendik. 'Keşke camiinin ana kapısı açık olsaydı, küçük kapıda birşeyler satan ve okuyan amca biz camiiden ayrılırken okuduğu Kur-an'ı yarıda kesip bizden para istemeseydi.' dedik. Gün boyu bolca yürüyüş, müzeler, sokaklar, mekanlar derken burası güzel bir yere benziyor diyip Sani Vakfı'nda bulduk kendimizi. Vakıf bizi çağırmıştı. Orada çalışanlar nerden geldiğimizi öğrendikten sonra bize kendilerini anlattılar. Kapının yanında yerdeki demir kapının da bir tünele çıktığını ve kale dışına kadar uzanan iki yolunun olduğunu, şu an güzel bir sokakta olduğumuzu ve yukarıya doğru çıktığımızda yüz yüzelli yıllık evleri görebileceğimizi söylediler. Sözlerini dinledik ve sokaklarda yürümeye başladık. Evlerin yanısıra metalden yapılmış bir sürü insan figürleriyle ve eşyalarla da karşılaştık. Bazı açık kapılar ardında film gibi karelerleri gördük. Sıcaktan dolayı tuttuğumuz taksiye 4km için 50,00 TL verirken şaşırdık. Akşam yemeğinden ve tatlısından sonra terminale gitmek için bindiğimiz otobüs şöförü 'Evet bu terminale gider ama biraz vaktiniz var değilimi?' diye sorunca 'Evet.' dedik. Birazın bir saat süreceğini nerden bilebilirdik? Ve biz Antep'in o çokta görünür olamayan sokaklarına girip çıktık. Sanki otobüs bizi 2022'den 1970'lere götürmüştü. Evler, hayatlar, yüzler.. İyiki o otobüse binmiştik.
Sonraki gün Urfa'da Hint okyanusundaki Maldiv adalarının göl versiyonunun Bozova Çatak diye biryer de olduğunu öğrenmiş olduk. Sümeyye'nin bolca güldüren sohbeti, Merve'nin yaptığı kurabiyeler, Rümeysa'nın kahve ve çerezleri eşliğinde, yaptığımız piknikten sonra, çok güzel bir gün batımında tekne turuyla akşamı karşıladık. Alevli akşam yemeğinin ardından Rümeysa'nın 'Acaba Nemrut'a mı çıksak?' teklifiyle tekrar Diyarbakır'a gitme planımız iptal oldu ve yol öncesi birkaç saatlik uykumuz başlamış oldu. Bu arada Rümeysa Ömer'in kanşekerini ölçmek istediği ve aynı zamanda kankardeşi de oldukları gün de bugüne tekabül ediyordu.
Birden bire Nemrut'a çıkılır mıydı? Rümeysa ve onu sevenler olduğunda evet çıkılırdı. Biz de başta pek inanamadık çünkü yol bizi Merve'nin dualarıyla başka menzillere götürmeye çalışsada tepeye vardık. Kral başlarıyla ve güneşle selamlaştığımızda evet ordaydık. Uzun ve hızlı bir yol oldu. Rüya gibiydi, gerçek bir rüya. O günün akşamı biz galiba kına gecesine de çıktık. Çünkü o Rümeysa'ydı ve burası Urfa'ydı.
Son günler yaklaşıyordu. Bizi bir hüzün sardı. Urfa'ya yürek yerken yüreğimizle veda ettik. Sümeyye'lerin terasında Ferdi'nin demlediği semaverdeki çayı içerek veda ettik. Yine Ferdi'nin Ömer'e elleriyle sarıp yedirdiği kebaplarla veda ettik. Yazıp yazamadığım tüm olanlara hasretle veda ettik.
Ve dönüş vakti geldi. Diyarbakır Garı'nın yanındaki çay bahçesinde oturduğumuz koltukların arkasında, varlığını sonradan farkettiğimiz, dünya haritasının olduğu duvar kağıdı, belki de bize bir şey anlatmaya çalışıyordu. Mümkün müydü evet mümkündü. Biz zaten vira bismillah demiştik.
Birde çaylarımızı içerken yan masamıza kim gelip oturdu dersiniz? Yola çıktığımızda masasına oturduğumuz Diyarbakırlı olduğunu tahmin ettiğimiz o amca. Hayr olsundu.. Rötarla yine 26 saat süren dönüş yolculuğumuz, Ömer alırken mucizevi bir şekilde denk gelen yataklı vagonda, çoğunlukla, tüm seyahatimiz sırasında, uykusuz geçen gecelerin uyku borcunu ödeyerek geçti.
Bu yolculuğumun sonunda temennim odur ki: sizin de kardeşiniz olsun; sizinle yolunu birleştiren, içinde olduğunuz hayaller kuran ve bunları gerçekleştirmeye çalışan, karnınız aç mı sırtınız sıcak mı değili mi diye dikkat eden, ne yemek istediğinizle ilgilenen, dizine başını koyup uyuduğunuz, çantanızı yükünüzü taşımaya yardım eden, sizinleyken sizinle olan, elektronik cihazlarıyla olmayan, muhabbetine doyum olmayan, sevdiklerinize de kardeş olan, rehber, şöför ve muavin olan, yanlış bir şey yaptığını farkettiğinde özür dileyen ve telafi etmeye çalışan, güzellikler karşısında teşekkür eden, fedakar, düşünceli, merhametli, samimi, sözlerinin de arkasında olan, paylaşmayı seven ve gülümseyen..
Not: Bu satırları yazdığım günün sabahı Ömer'den gelen bir mesajla dünyaya gözlerimi açtım. Ben esnerken, gözlerimi ovuştururken Ömer 'Abla şu tarihlerde müsait misin? Nereye gitmek istersin?' sorularını soruyordu. İstişaremiz sonucu Urfa'ya bilet aldık. Velhasılı artık bizim için bütün yollar ya Urfa'dan başlıyordu ya da Urfa'ya çıkıyordu..
Sevgi ve muhabbetlerimle
Zehra