29 Mayıs 2024 Çarşamba

Gazze’nin Katline Şahitlik Etmek / Sıtkı Karadeniz



Sanırım ortaokul sonları ya da lisenin başları olmalı. Kitapçıda, kapağında “Şehit Hama” [1] yazan bir kitap görmüştüm. Hama’nın bir kişi ismi olduğunu düşünmüştüm ilkin; çünkü yalnız insanlar şehit olabilir diye biliyordum. Lâkin kitabı biraz karıştırınca öyle olmadığını, Hama’nın Suriye’de bir kent ismi olduğunu ve kentin baba Esad zamanında, 1982’de otuz-kırk bin insana mezar edildiğini [2] öğrenmiştim. [3]

Baba Esad, o dönemde rejime muhalif/tehdit gördüklerine gözdağı vermek için bir yer seçer; o yer, herhangi bir ülkeye kıyısı olmayan, ülkenin ortalarında bulunan Hama’dır. Hem kimse bir yere kaçamayacak hem de kimse katliamı görmeyecektir. Yirmi günlük top atışları ve saldırılarla şehir enkaza döner; şehir sakinlerinin onbinlercesi ölürken yüzbinlercesi de kendi imkânlarıyla çevre köy, kasaba ve şehirlere kaçarlar. Bir katliamın tüm şartlarını taşımakla beraber, bugünkü iletişim imkânları mevcut olmadığından, dünya gündemini pek de meşgul etmez bu olay. Üçyüzaltmış kilometrelik coğrafi yakınlığa rağmen, ilk kez, üstelik yıllar sonra bu roman kapağı vasıtasıyla haberdar olmak da bunu gösterir zaten. Benim için Hama katliamı, hiçbir şahitliğimin olmadığı, acı ama tarihsel bir vaka; yakın tarihte Halepçe ve daha birçok kent/kent sakini benzer kaderi yaşadı coğrafyamızda, hemen yanı başımızda. Hepsi de yakın, gerçek ama tarihsel vakalar olarak yer alıyor bilincimde.

Jean Baudrillard’ın, Körfez Savaşı için söylediği “canlı yayında izlenen ilk savaş” sözü, bütün hakikatiyle tarihsel bir âna, bir değişime işaret ediyor aslında. “Canlı yayında savaş”ın milâdı, gerçekten de o savaşla yaşandı, ardından tüm savaşlar “canlı” olarak izlendi. Bu, savaştan doğrudan etkilenmeyenlerin de savaşın içerisine çekilmesi, bir film seyreder gibi savaş seyretmesi gerçekliğini doğurdu. Bütün acımasızlığıyla savaş, artık hepimizin evlerindeydi. Yeni nesiller, savaşı artık dedelerinin hatıralarından ya da ders kitaplarından değil, doğrudan günlük ve hatta anlık olarak medya mecralarından öğreniyor, izliyor.


Gazze, bu yeni olgunun en yalın, en perdesiz, en pornografik hâlinin en yeni ve iyi örneği. Bir kentin, bütün habitatıyla, barındırdığı tüm varlıklarla birlikte, ilk kez ve üstelik gözlerimizin önünde, bu kadar aymazca yok edildiğini, edilebildiğini bize “gösteren” yerdir Gazze. Kuruluşundan bugüne “terör devleti” kavramsallaştırmasının içeriğini büyük bir maharetle şekillendiren İsrail’in sadece kentsel altyapı, yerleşim yerleri ve kurumlarını, insani hayat alanlarını değil, onlarla birlikte hayvan, bitki ve diğer canlıların hayat alanlarını ve binlerce yıllık arkeolojik kalıntıları da imha eden bir performans sergilemekle, bir bütün olarak “varlık”a kast ettiğine anbean şahitlik ediyoruz. [4] Evet, bir bütün olarak varlığa kastetmektir bu; çünkü kent, sadece insanlara ev sahipliği yapan bir mekân değildir; kuşkusuz insanın, doğanın sunduğu imkânlar ölçüsünde şekil verdiği bir hayat alanıdır; ama aynı zamanda onlarla birlikte kuşların da, kedilerin de, börtü böceğin de, adını sayamayacağımız çokluktaki diğer canlıların da ve tarihin de hayat alanıdır. Kent, çevrimsel bir âlemdir, bir hayat zinciridir, her daim yeniden şenlenen bir varlıktır. İsrail, tek başına da değil, dünyada en barbarca silahları üreten sömürgeci diğer güçlerin de yardımıyla burnunu uzatamadığı kenti, bu her daim şenlenen yeri, adı Gazze olarak ünlenen bu yeri, havadan ve karadan ve denizden yaptığı saldırılarla korkakça imha ederek “ölü” bir yere çevirdi, çeviriyor.

Bütün bunları hayatımızın her anında, işte, evde, otobüste, trende, sahilde, kebapçıda, kahvede, okulda, cenazede, düğünde; yerken, içerken, sohbet ederken, ders dinler veya anlatırken, eğlenir veya üzülürken; her hâl ve şartta, neredeyse telefonlarımızı elimize aldığımız her seferinde, sosyal medya hesaplarımıza her girişimizde az veya çok ama mutlaka izliyoruz. Herkes her şeyi her yerde her an görüyor. Her şey herkesin gözünün önünde olup bitiyor.

Gün geçmiyor ki İsrail’in, yaptığı her katliamı önce inkâr ettiği, sonra katliam görüntülerinin medyaya düştüğü, sonra da buna bir gerekçe uydurduğu bir oyun sahnelenmesin. Sonra yine gün geçmiyor ki elde hiçbir dayanak kalmayınca son merci olarak “İsrail’in kendini savunma hakkı”na başvurulmasın. Çünkü tanrısal göz parçacıkları, her şeyi her an kaydediyor ve kaydedilenler, bir şekilde herkese çok kısa sürede ulaşıyor.

Her şeyin herkesin gözünün önünde cereyan edişi, onu yaşayanların kişiliklerinin bölünmesine sebep oluyor. Böylesine aşikârca işlenen ve hesabı verilmeyen bir cürme şahitlik kolay değil çünkü. Bu “her şeye her an şahitlik”, bazıları için bir tarafta ellerinden hiçbir şeyin gelmediği hissine için için ağlamalara, sevdiklerinin gözlerinin içine bakamama, doğru düzgün uyuyamama, yiyip içtiklerinden zevk alamama gibi durumlar eşlik ediyor; diğer taraftan -buna da dayanamayıp- hiçbir şey olmamış gibi, hayatın kaldığı yerden son sürat yaşandığını da görüyoruz. Protestolar, boykotlar, dualar, lânetlerde de yine bu şahitliğin etkisi var; bu sonuncuların, bir ölçüde rehabilitasyon görevi gördüğü, bir şeyler yapmış olmanın huzurunu yaşattığı; fakat sonrasında, bunların da işe yaramamasıyla aynı depresif hâlin sürdüğü görülüyor.

Bu “her şeye her an şahitliğe” rağmen veya belki de tam da bu yüzden, yaşananları reddetme, hiç yaşanmıyor/yaşanmamış sayma, yaşandıysa bile bunun başka bir gerekçesini üretenlerin şizofrenileri söz konusudur. Bunlarınki, diğerlerinkinden daha hafif de değildir. Görülen şeyler, gerçek olamayacak kadar ağır, kabul edilemez şeylerdir. En azından olduğu hâliyle kabul edilecek şeyler değildir. Hayır, bölgenin “tek demokrasisi”sine sahip, en modern ve üstelik holokostu yaşamış, bin yıllardır oradan buraya sürülmüş, tarihin bu mazlum halkı böyle bir şey yapmış olamaz; mümkün değil. Yaptıysa da görüldüğü kadar, anlatıldığı kadar hiç değildir. Öyleyse bile hak etmişlerdir. Bu yüzden de, gözünün önünde cereyan eden katliama gerekçeler üretir, kendi hakikatini inşa eder. Fakat kim bilir bu hakikat, onun benliğinde nasıl bir yarığa sebep oluyor? Hakikati yamultarak, çarpıtarak artık mevcut olmayan bir şekle sokması ve en derin bölgelerine gömmesi, onda nasıl bir şizofreniye yol açar bilemem.

Biz, Gazze’deki hakikatin “her an her yerde” yüzüne, kalbine çarptığı bu çağın insanlarıyız. İster tarih ister Allah sorsun hesabını, diyecek hiçbir sözümüz yok; hepimiz oradaydık.


Sıtkı Karadeniz

[1] Ahmet Pakalın, Şehit Hama, İstanbul: Çıra Yayınları, 2011.

[2] “Bu durum, şehre yapılan top ve hava saldırılarında birçok insanın ölümüne sebep olan son kanlı saldırıyla ve 2 Şubat 1982’de ordunun şehri basmasından sonra gerçekleşen katliamlarla sona erdi. Ölü sayısıyla ilgili tam bir istatistik yok; fakat Suriye İnsan Hakları Komitesi’nin tahminleri çoğunluğunu kadın, çocuk ve yaşlıların oluşturduğu 30 ila 40 bin arasında ölünün olduğunu gösteriyor.” https://syacd.org/tr/hama-39-yil-sonra-suriye-rejiminin-kendi-insanlarina-sistemik-teror-ve-yerinden-edilme-uyguladigina-taniklik-ediyor/

[3] Öğrendim dediğim, aklımda yer ettiğine göre mutlaka bir şeyler hatırlıyorum elbette; fakat az evvel bazı hatırlatıcılardan da yararlanarak yeniden kurduğum bir öğrenme bu.

[4] Eyal Weizman: “Gazze’nin enkazı yıkılmış evlerden, parçalanmış hayatlardan ve 5000 yıllık arkeolojik kalıntılardan oluşuyor”. https://twitter.com/weizman_eyal/status/1761054458060886104

*Kapak Resmi: Suhaib Salem / Reuters / Landov

** “Resistance Poppy”, Julia Mai Linnéa Maria, www.juliamaiart.com